Омер Сейфеддин

Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür


Скачать книгу

telakki etmeyerek alenen takdis, tahsin ediyorlardı. Hâlbuki bugün bu tabii, bu medeni günlerden ne kadar uzağız. Elde olmayan bir tekerrür affedilmez bir cinayet sayılıyor. Medeniyetimiz suni bir vahşete, cehalete, zulmete doğru gidiyor. İşte ben de bu cehaletin yaşayan bir şehidiyim.

      Şimdi sevgili müverrihim “Tarih ezelî bir tekerrürdür!” fikrinize ne kadar samimiyetle iştirak ettiğimi, iştirak etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız ya? Artık müsaade ediniz de susayım. Hür düşünenlerin, vicdan cesaretinden mustarip olan biçarelerin, bilhassa zavallı kendimin tesellisi mümkün olmayan matemlerini tutayım…

      İNAT

      Görünmez bir peri kervanı gibi, bize bazen fena neşeler, sevinçli matemler, bazen hayırlı kederler, gamlı saadetler bırakarak, üstümüzden geçip giden senelerin eli yalnız saçlarımızı ağartır, yalnız çehrelerimizi değiştirir sanırsınız? Hayır! Hislerimiz, fikirlerimiz, itikatlarımız, muhabbetlerimiz de eski hâlinde kalmaz. Değişir… Hem o kadar değişir ki, ilk saf şekillerinin tamamıyla zıddı bir kıyafete girer. Filozofun “Hayat nihayetsiz bir tahavvüldür.” sözü ne soğuk bir hakikattir! Ben değişen maddi, manevi mefhumlar içinde en ziyade “darbı mesel” namını verdiğimiz atasözlerine acırım! Mesela; “Evdeki pazar çarşıya uymaz.” değil mi? Yaşadıkça “Evdeki pazarın çarşıya değil hatta sokak kapısının önündeki ayak satıcısına bile uymadığını” öğreniriz. Atasözlerinden sonra, değişen şeyler arasında en acıdığım “Müşterek hikmetler, umumi hükümlerdir.”

      “Ne gibi?” mi diyorsunuz?

      “İnat eşekte olur.” gibi.

      Evet, bu nevi orta malı hükümlere o kadar merbutum ki… Nazarımda bir tanesi iflas etti mi mukaddes mabedinin kubbesinden kafasına bir taş düşen müminin elemini duyarım. Hâlbuki birçok insan bu ruhani elemi duyamaz. Eski bir mefhumun, bir itikadın, bir zannın iflasına, bir fikrin ölümüne “tecrübe” derler. Tecrübe… Ey tecrübe… Mesela işte ben, çocukluğumdan beri “inat eşekte olur” hükmünün bir mümini idim. Bu iman sebebiyle bütün eşeklere karşı derin bir hürmet beslerdim. Nerde bu mübarek hayvanlardan birisine rast gelsem şedit bir meftuniyetle bakar:

      “Aman Yarabbi! Ne karakter, ne seciye!” derdim. ‘Sadakat’ faziletinin monopolunu alan kıtmir cinsi gibi eşekler de “inat”ın tröstünü yapmışlar sanırdım. Bu zannım geçenlerde dehşetli bir tecrübe neticesinde iflas etti. Bakınız, nasıl?

      Bir gün canım çok sıkılıyordu. Odamda, yapayalnız “Ne yapayım? Ne yapayım?” diye kıvranıyordum. Ansızın vicdanımda harsımızın ulvi sesini, bestelenmemiş millî bir opera parçası hâlinde duydum, güftesine dikkat ettim:

      Ayağını sıkı tut;

      Başını serin… diyordu. Hemen fırladım. Çoraplarımın üzerine bir yün çorap daha geçirdim. Ayaklarımı kışlık fanila terliklere soktum. Başımı da terkos musluğunun altında beş dakikadan ziyade tuttum. Hakikaten, canımın sıkıntısı biraz geçer gibi oldu. Yine odama geldim. Fakat harsımızın sesi hâlâ susmuyor, vicdanımda cırcır ötüp duruyordu. Tekrar kulak kabarttım. Diyordu ki:

      Eline bir iş al,

      Düşünme derin…

      Etrafıma bir göz gezdirdim. Elime alacak bir şey yoktu. “Düşünmeden ne iş yapılabilir Yarabbi?” diye başımı kaşıdım. “Derin düşünme”nin yalnız kârsız değil, aynı zamanda gayet zararlı bir ameliye olduğunu da biliyordum. Nihayet buldum, düşünmeden dünyada yapılacak yegâne şeyi buldum. Üstü tozlanmış yazı masamın önüne geçtim. Hokkamın mürekkebi mayi benliğini havaya feda etmiş, “kuruyup buhar” olmuştu. Elime bir kurşun kalem aldım. Ne yaptığımı tahmin edersiniz… Bir “hikâye” yazdım. Keşke yazmakla kalsaydım! Tuttum bu hikâyeyi bastırdım da… Basan mecmuayı daha aldırmadan evime büyük bir zarf geldi. Yüreğim yerinden oynadı. Büyük zarftan kim korkmaz? Titreyerek açtım. Heyecandan tıkanıyordum, dört geniş satır… Okumadan imzaya baktım: “Efruz…” Korkum geçmedi, hayret hâlinde devam etti. Çünkü Efruz Beyin “Ömründe hiç yazı yazmayan şifahi bir muharrir” olduğunu bilenlerdenim. “Belki şakirtlerinden birine yazdırmıştır.” ihtimalini düşünerek şaşkınlığımı hafiflettim.

      Biliyordum ki Efruz Bey, yalnız “şifahi bir muharrir” değil, aynı zamanda şiirsiz meşhur bir şair, esersiz meşhur bir dâhi, ilimsiz meşhur bir âlimdir. Kanatsız kuş, kambursuz deve, gagasız leylek gibi bir harika… Anpedik münekkitliğiyle metasyantik icazı da üstüne caba… İlmi de alenen inkâr eder. Birtakımlarının “Tahaddüs” diye lisanımıza geçirmelerine rağmen halkın, muhterem avamın “işkembei kübra” terkibiyle tercüme ettiği “intuition” onun tükenmez bir hazinesidir. Önüne gelene: “Ben ilim falan tanımam. Mantık, usul falan hepsi efsanedir! Yaşasın entuvisyon! Her mesele işkembei kübra ile halledilir” der. Dünyanın hiçbir tarafında bir eşine daha tesadüf ihtimali olmayan bu kadar orijinal bir dâhinin mektubunu nasıl merakla, nasıl şevk ile, nasıl heyecanla okuduğumu tasavvur ediniz. İşte, hâlâ kelimesi kelimesine hatırımda… Ölsem aklımdan çıkmaz:

      “Azizim,

      Siz Türkçe bilmiyorsunuz. Son hikâyenizde psikoloji hatasıyla müterafik büyük bir lisan yanlışı gördüm. Vatanperverane bir mecburiyet tahtında size yazıyorum; atlardan bahsediyorsunuz, sonra ‘… Başlarını kaldırarak kişniyorlar, tırnaklarıyla kazmaya çalıştıkları toprakların nemli çimenlerini otluyorlardı.’ yazıyorsunuz. Bu yanlıştır. ‘Çimen’ otlanılmaz, ‘çayır ’ ot lanır. Psikoloji hatasına gelince: Atların tırnaklarını sürdükleri çimenleri otlamalarına içtimai ahlakları, örfleri mânidir. İhtiramlarımı kabul buyurunuz, efendim.”

      Yüzüme sanki bir semaver, kaynamış su döküldü. Yanaklarım yandı. Dudaklarımı ısırdım. Gözümün bir tanesini kırptım. Sol elimi hızla oyluğuma çarptım: “Vay anasını be…” dedim. Hakikaten Efruz Bey benim zayıf tarafımı bulmuş, fena yerimden yakalamıştı. Hikâyeci geçindiğim hâlde atların psikolojileriyle uğraşmamıştım. Hâlbuki bu lazımdı. Atların içtimai ahlaklarından, maşeri orflarından haberim yoktu. Feci bir nedametle “Ah cahillik!” diye inledim. İşte böyle bir gün adamın hatasını şakkadak suratına vururlardı! Fakat lisan yanlışı! “çayır” otlanırmış da “çimen” otlanmazmış. Efruz Beyin entüvisyonu yani “işkembei kübrası” bu hükmü veremezdi. Ben ne vakit lisana dair bir müşküle rast gelsem, hemen merhum Cevat Paşanın “Millî akademi” usulüne müracaat ederim. Malum ya, Paşa meşhur kavaidini yazarken evine birçok cahili toplar, fiilleri onlara tasrif ettirir, edatları onlara tekrarlattır imiş! Ev halkını karşıma çağırdım. Hepsi İstanbulluydu. “İttifakı ara” ile Türkçeden başka bir dilden anlamıyorlar, elifi görseler mertek sanıyorlardı. İçlerinde en kuvvetli cahil aşçı Asiye kadındı. Evvela ona sordum:

      “Gözünün önüne bir çayır getir. Bu çayıra bir sürü aç at bıraksalar… Bu aç atlar ne yapar?”

      “Otlar, efendim.” dedi.

      “Neyi otlar?”

      “Çimenleri.”

      “Çayırları otlamaz mı?”

      “Evet efendim, çayırlıktaki çimenleri otlar işte…”

      Hepsine ayrı ayrı tarzda sordum. Çayırla, çimeni birbirinden ayırt edemiyorlardı. Hatta evlatlığımız afacan Makbule bir de misal getirdi:

      “Çayır, çimen gezerim.

      İnci, mercan dizerim…” dedi. Asiye Kadına tekrar sordum:

      “ ‘Atlar çimenleri otlar.’ diyorsun; yeşil ota çimen demek istiyorsun. Pekâlâ! Fakat at çimenden başkasını otlamaz mı?”

      “Otlar