seni elimle boğacağım!” diye yatağa, Bidar’a doğru yürüdüm. Efser önüme dikildi:
“Dur!” dedi. “Alçak sensin!”
Sanki manyetize oldum. Hiddetten, hayretten, sarhoşluktan, asabiyetten çenem titriyor, dişlerim birbirine vuruyordu. Efser gözlerini gözlerime dikerek devam etti:
“Onun hiç kabahati yok. Onu buraya ben getirdim. Niçin getirdiğimi, niçin onu arzu ettiğimi sana söyleyeceğim. Vicdansızlığına, alçaklığına, namussuzluğuna bir de adilik, rezalet, gürültü katma!”
“Namussuz, alçak, vicdansız sensin!” diye mukabele edebildim. O büyük, kati bir itidalle asla ehemmiyet vermeyerek:
“Konuşuruz, hangimiz olduğunu anlarsın!” dedi. Sonra yatağın içinde doğrulan Bidar’a döndü:
“Haydi Bidar Bey siz gidiniz…”
Bidar bana hiç bakmayarak yatağın ayak ucunda duran ropdöşambrını aldı; çıktı. Efser karşıma geçti. Ben kuvvetsiz, sarhoş, gazup, mağlup, intikamını alamayanlara mahsus olan o acı yeise, ümitsizliğe kapılmış, kanepenin üzerine yığıldım. Oda, tavan, duvarlar etrafımda dönüyordu. Kalkmak, onun üzerine hücum etmek istiyordum. Fakat muktedir değildim. Hatta parmaklarımı bile oynatamıyordum. Bazı kâbuslarda olduğu gibi tamamen hissediyor, fakat asla hareket edemiyordum. Bir müddet bana baktı. Korkunç, uzak memleketlere mensup bir manyatizör katiyetiyle şu emri verdi:
“Şimdi kımıldayamayacak; söylenen şeyi anlayamayacak kadar sarhoşsun. Yarın merak ettiğin şeyi öğrenirsin. Sakın bir rezalet çıkarma. Sabaha ancak iki saat var. Sabret.”
Sonra ne oldu bilmiyorum. Gözlerim kapandı, sızdım. Uyandığım vakit kendimi kanepenin dibinde; arka üstü uzanmış buldum. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Dudaklarım yapışmıştı. Her tarafım acıyordu. Sanki ezilmiştim. Kalkmak istedim. Güçlükle doğruldum. kanepenin üzerine oturdum. Acaba gece gördüğüm şey bir rüya, bir kâbus muydu? Hizmetçi kıza seslendim; geldi. Hanımın nerede olduğunu sordum. Bidar Beyle beraber sabahleyin erkenden çıktıklarını söyledi. Şaşırdım. Ne yapmak gerekeceğini tayin edemiyordum. Bir müddet donmuş gibi durdum. Sonra hırsımdan ağlamaya başladım. Hiddet, âciz, yeis; ümitsizlik içinde ağlarken aklıma intihar etmek geliyordu. “Bu en muvafık!” diyordum. Ağladım, ağladım, ağladım! Nihayet gözümdeki yaşlar bitti; kanepeye uzandım. Düşünmeye başladım, aczimden iğreniyordum. Birden ayağa kalktım. “İntikamımı almalıyım!” dedim. Fakat nasıl? İşte bunu düşünemiyor, bunu muhakeme edemiyordum. Kapı açıldı. Yine hizmetçi kız göründü. Elinde küçük bir zarf vardı. “Hanımefendi giderken bunu bıraktı. Size vermemi tembih etti. Deminden unuttum.” diye vererek savuştu. Hemen açtım. Okudum. Efser annesinin evine gittiğini, bugün Bidar’ın da İtalya’ya hareket edeceğini, eğer namuslu bir adam olursam hareketinin esbabını bana izah edebileceğini, nazarında, namusumu kurtarmamın ancak kendisini boşamama bağlı olduğunu, yoksa bana cevap, izahat vermeye tenezzül etmeyeceğini yazıyordu. Aylarca düşündüm. Uykusuz geceler geçirdim. Neler düşünüyordum. Hepsini öldürmek, sonra intihar etmek… Facialar yapmak! Evet facialar… Hakiki, beyaz bir Otello olmak! Her elemi, her matemi, her yeisi teskin, tedavi ettiği iddia olunan zaman geçtikçe, muhakememi iade etti. Sakinleştim. Hissetmeden düşünmeye çalıştım. Efser’in niçin bana karşı bunu yaptığını merak etmeye başladım. Merakım gazabıma galip geliyordu… Sekiz aylık bir ezalı hicrandan sonra onu boşamaya karar verdim. Artık her şeyi anlayacaktım. İhtimal onun boşanma arzusunu yerine getirdikten sonra tekrar birleşmek, barışmak mümkün olacaktı. Heyhat! Dargın kimdi? Kimin barışması gerekiyordu? Bir sabah boş kâğıdını gönderdim. Üç gün sonra ondan uzun bir mektup aldım. Hıyanetinin esbabını anlatıyordu. İşte, azizim Müverrih Bey, bu mektubu aynen size yazıyorum. Rica ederim dikkatle okuyunuz.
Beyefendi,
Bugün artık tamamıyla birbirimize yabancı bulunuyoruz. Boşanma ile beraber bütün müşterek mukadderatımız, karşılıklı vazifelerimiz iflas etti. Birlikte geçen hayatımıza ait hatıraları tekrar etmek tüylerimi ürpertecek derecede nefret verici ise de yine vazife duygusu bu ıstıraba katlanmaya beni mecbur ediyor. Son vaadimi icra edeceğim. Edilen vaat bence bir vazife olmuş demektir. Size hareketimin, Bidar’la muaşakamızın sebeplerini izah edeceğim. Biliyorsunuz ki Bidar bize geldiği zaman bir kız kadar mahcup, bir melek kadar âli, bir köylü kadar saf, mertti. Benim tahayyül ettiğim ahlaklı, namuslu gencin canlı bir resmi, bir timsaliydi. Onu küçük bir kardeş, onu muhterem bir mabut yavrusu gibi sevmeye başladım. Masumiyeti, doğruluğu, saf ahlakı bende derin bir his uyandırıyordu. Hâlbuki siz; ahlak iflasına uğramış; bozulmuş, hayvanlıktan başka her şeyi kaybetmiş, berbat, tahammül edilemez bir adamdınız. Akın yanında kara nasıl vuzuh ile göze çarparsa Bidar’ın yanında da sizin kokmuş maneviyatınız müteaffin bir levs harabesi gibi tezahür ediyordu. Ben sanki birden uyanmıştım. Sizin ruhunuzu görmek, tanımak istedim. Bu ruh, katiyen bir insan ruhu değildi. Sizde din, duygu, ahlak, fazilet, teessür kabiliyeti yoktu… Bu bir domuz ruhu idi. Yalnız şehveti, hayvanlığı takdir ediyordu. İnsanlık şekliniz bu karanlık ruha ikinci bir karanlık daha ilave etmişti: Bu da hodbinlik, hodgâmlıktı. Bana olan müfrit meylinize dikkat ettim. Tarassut, tahlil, tetkik ettim. Bunun da katiyen aşk olmadığını anladım. Meyliniz sırf şehvetten bana münhasıran malik olmak gururundan hasıl olmuş bir zevkten ibaretti. Hareketleriniz, konuşmalarınız, düşünceleriniz, hasılı her şeyiniz gayriahlaki idi. Ben bunların hepsine tahammül edecek, sizi tashihe çalışacak, “Talihim! Talihim!” diye müteselli olacaktım. Fakat o gece… O gece ki şenaatler üstünde ahlaksızlığınız… “Hangi gece?” diye düşünmeye lüzum görmezsiniz sanırım. İyice hatırladınız. Ah işte hâlâ yüreğim çarpıyor. Ellerim sararıyor, yüzümün kızardığını duyuyorum. Evet bana karşı en umumi, en namussuz, en hayasız bir kadına layık görülemeyecek bir harekette bulundunuz. Çılgınca bir itisaf ettiniz. Bidar’ın bu cinayette isteyerek bir dahli olmadığına kani idim. Ah kalbimden, ruhumdan vurulmuştum! Lakin elemimi, tahammül edilmez kalp ağrımı büyük bir metanetle sakladım. Sizden intikam almaya karar verdim. Sizin bütün maneviyatınızın, maddiyatınızın muhassalası hodgâmlık, şehvetti. Size başkasıyla muaşaka ettiğimi gösterince birincisini yaralayacak, sizden ayrılınca ikincisini yıkacaktım. Ben de böyle hareket ettim. Bidar şüphesiz odamıza kendi kendine giremezdi. Mutlaka onu siz getirmiş, bu korkunç ahlaksızlığa teşvik etmiştiniz. Buna kani idim.
Aklımda, hatıramda vaktiyle derin bir iz, bir nefret duygusu bırakan bir vaka bana plan hizmetini ifa etti. Bu Kandül’ün hikâyesiydi. Kütüphanemden Heredot’un tarihini aldım. Bu vakayı belki yüz defa daha okudum. Kandül’ün ahlaksızlığı, hodbinisi de tıpkı sizinki gibiydi. Hatta dekorlar bile benziyordu. Sanki bu, müstehcen piyesi binlerce sene sonra siz tekrar oynamak istediniz. Mahvedilen bendim, ilk sahnesini, ilk perdesini, oynadığınız bu piyesin ikinci perdesini itmam etmek hakkı bana isabet ediyordu. Bana bir aktör, bir intikam şeriki lazımdı. Bu da ancak Bidar olabilirdi. Ben onu nasıl kandıracağımı düşünür, size emelimi ihsas etmemeye çalışırken, siz her şeyden habersiz, yine o mahut, adi sıfatlarınızla, hani o ancak bir dondurma, bir yemek, bir tatlı için kullanılan kelimelerinizle beni metheder: “Ah Efser’ciğim; ne nefis, ne lezizsin!” diye hayvanlığınızın tufanı içinde boğardınız. Bir gün siz yoktunuz. Bidar’ı yalnız yakaladım. Odamıza götürdüm. Girmeye tereddüt ediyor, “Salonda otursak.” diyordu. Gündüz yatak odasıyla salonun pek farkı olmadığını, lakin geceleri büyük bir fark olması gerektiğini manalı bir tebessümle söyledim. Cevap veremedi. Ona meseleyi doğrudan doğruya açsam inkâr edecek, belki bu müşterek intikama rıza göstermeyecekti. Pencerenin içinde duran Herodot’un tarihini aldım.
“Size bir şey okuyacağım, fakat dikkatle, gayet büyük bir dikkatle dinleyeceğinizi vadeder misiniz?”