Mehmet Akif Ersoy

Safahat


Скачать книгу

sallanarak çıkan ise artık dünya işlerine yabancı bir serseri hâlini alır.

138

Buraya devam edenlerin yüzsuyu, artık şaraplar gibi zemine dökülmüş, emel ve arzuları kırık bir kadeh gibi süprüntü tenekesine atılmış.

139

İnsanlık ruhu şarap dalgaları arasında boğulmuş, mel'anet ve

140

Şu ayyaşın hayalinde ne mazi ne de gelecek düşüncesi vardır. Mecalsiz elinde yakıcı bir zehir tutarak, en genç çağında ölümünü bekler.

141

Sararmış alnında derin bir çizgi arasında ömrünün acılığı teressüm etmiş! Alnının, meali olmayan kara yazısından ancak o anlaşılıyor. Bir de taş kesilmiş dilsiz bakışlarında ebedî bir unutkanlık hissediliyor!

142

Kabristanın dehşetli sahasına bakıp geçme. Birazcık olsun dur da sukûtî iniltisine kulak ver. Bak ki, kalbi heybetli simasına benziyor mu? Hayatın coşkun seline kapılmış olanlar, yorgun düşüp bir gün gelirler, bunun kucağına can atarlar.

143

Ey mezarlık, ne acayip bir âlemsin. Fıtratın ne kadar da yüksek! İnsanlığın en seçme evlâdı sende gizlenmiştir. Korku ve ümitsizliğin feryadı, senden imdat ister. Sen bir yığın göz nurusun, yahut milletin coşan gözyaşlarıyla yoğrulmuşsun!

144

Sen şanlı bir tarihsin ki milletin mazisi sende gömülüdür, ibret sende, hikmet sende, istilâ devri hatırında olduğu için devlet de sendedir. Mâdem ki hürriyet ve hamaset sendedir, bence yaşamak zillettir, şeref izzet sendedir.

145

Ey yoklukla varlığın sınır başı olan salâh iklimi; kimsesizlerin başlarında ebedî bir saye ve şefkatli bir kanat olmasan o biçareler nereden bir ferah ve inşirah bulabilirler. Uzun ve koyu gölgende öyle bir kurtuluş rengi var ki, uzun uzadıya olan gecene yüz bin sabah feda olsun.

146

Senin cevherin toprak değil, başka bir maden. Üzerine basıp geçenler, toprağının her zerresi binlerce beynin hülâsası olduğunu bilmezler. Ey marifet zemini, senin mayan o kadar feyizli ki, her beden senin gölgeliğinden çıkarken ruh olur.

147

Ey mezarlık, senin derununda binlerce ay yüzlü gizlenmiştir, çürümüş toprağından bütün göz nuru fışkırmaktadır. Her otun, nazlı güzellerin boy ve boslarından nişandır. Servilerin Allah’a yükselmiş derunî birer ah, çukurların da Mevlâ’dan inmiş emin ve tecavüzden mâsûm bir uyku yeridir.

148

Ey gece odası, ey yokluk bucağı, ey Hakk’ın perde perde azamet ve kibriyası; bütün ümitler sendedir, bekâ sahası senden doğar. Dikili taşların her parçası, lâhutî manalı binlerce şiir okumakta, taşlarındaki neşideler ebediyeti ruha tanıttırmak. Ey semâvî toprak; benden sana binlerce selâm ve ihtirâm.

149

Hayatın istekleri ruhumu sıkınca ölüler mahallesi, yani mezarlık biricik seyir yerim olur. Yaşayışın gürültülü muhitinde daimî bir ferah yoktur, ikinci hayatın zemin-i pâkinde ne hırs ve mezellet bulaşıklığı vardır, ne de harim-i hâkinde geçinmenin hây ü huyu mevcuttur. Bu huzur ve sükûn kâinatın sessiz fezasını görünce, perîşân ömrümün acılığını bir an için olsa bile hayalimden atarım; mâsivâ tâbir edilen şu âlemden uzaklaşırım. Şu mâsivâ denilen düğüm üstüne düğüm olmuş bağlar kırılıp açılmadan ruh bir dem bile rahat edemez. Fakat o düğümün kırılması için böyle bir zemin ve bir kalb-i âhenin ister.

150

Geçen sabah Eyyûb'a doğru gidiyordum. Şehrin surundan çıkıp birkaç adım atınca nazarımda ufuk değişti, önümden eski cihan çekildi, karşımda geniş bir mezarlık göründü ki, koca bir ebediyet denizi idi. Taştan mezarları da o denizin donmuş dalgaları demekti! Onun kenarında durmadım. En derin yerine girdim. Taşlardan birine dayanıp oturdum. Sağ ve sol, sükût örtüsüne bürünmüştü. Ağaçlar ve zemin sükût içinde idi. O yükselip donmuş dalgalar ve koca deniz, derin bir uykuya dalmış, her taraf sessizlik içinde kalmıştı. Muhitinin yüzündeki perde yavaş yavaş açıldı ve ondaki azamet heybeti ruhunun harimini doldurdu.

151

Fakat “Ellezi halâka’l-mevte vel-hayate…” (O, ölümü ve hayatı yarattı.) diyen bu lâhûtî beste nereden aksediyor? Sessizliğin tam ortasında bu feryat nedir? Kelâm, Allah’ın; amma okuyan kimdi? O ilâhî terane zaman zaman yükseliyordu ki onun cezbesiyle o sakin âlem inlemeye başladı. Sakin serviler, heyecanlı bir cemaat-i kübra kesildi ve her birinden aynı sada işitildi. Kabirler inledi, taşlar fasih bir lisan hâlini aldı. Üzerlerindeki yazılar da taşlarla ağız birliği etti. Allah’ın nefhasiyle dirilmiş olan bu heyûla mahşerini görünce hayale daldım. O geniş kabristan, dehşete uğrayan gözüme kıyamet âlemi göründü. Zamanı hiçe saymış olan ecdadımızın, kefenleri omuzlarında olarak teşkil eyledikleri cesetler kervanının huzur-i ilâhiden akın akın geçtiğini, korku ve ümit muhitinden kalkıp hayret makamında durduğunu gördüm. Kudret-i Rabbâniye karşısında mahlûkatın secdeye kapandığını görmek ne dehşetli imiş.

152

Kıyametten numune bu here ü merce hâkim olan âlem-i ulvî hatibi nihâyet göründü. Uzakta bir kabrin ayak ucuna oturmuş bir kadınla bir çocuk gördüm ki o kabri ziyarete gelmişlerdi. Çocuk «Tebareke» sûresini vecde tutulmuşçasına ezber okuyor, anası da göz yaşlarıyla onu dinliyordu, İlâhî; kelâm-ı celilin zemini titretirken o sakin ve sâkit kabir, nasıl bir manzara teşkil ediyordu. Çocuk hayatı, kabir de ölümü tasvîr eden bir levha idi. Şu canlı levhaya bak da kudret-i îlâhiyenin izhar eylediği tezadı seyret.

153

Biraz geçince o sesler sustu. Demin coşkun bir mahşer hâlini alan manzara gölgelenerek silindi. Kadınla çocuk âlemlerine çekildiler. Mezarlık da daimî sessizliğine gömüldü.

154

Şarkımızın kemal ruhu olan Şeyh Sadi, bize şöyle bir hakîkat dersi veriyor.

155

Vaktiyle beş on kervan halkı çölde yola koyulmuştuk. Gündüz yürümüş, geceleyin bir menzile gelmiştik.

156

Bir de baktım ki bir adam hüsrân ve haybet içinde koşup gidiyor. Meğerse o dehşetli çölde evlâdını kaybetmiş.

157

Zavallı adam, çadırların hepsine birer birer uğramış ve evlâdını sormuş. Bir taş bile görse belki oğludur diye gidip bakmış.

158

Biçare baba, onu nerede bulacaksın? Derken, ciğer-pâresinin elinden tutmuş olduğunu gördüm.

159

Sevinç içinde ve sürûru gözlerinden yaş şeklinde akarak bize doğru geliyordu.

160

Geldi ve deveciye: «Evlâdımı buldum, fakat nasıl buldum bilir misin?

161

Karşımda her ne gördümse geçmedim. «Odur!» diyerek yanına gittim.

162

Binlerce heyûla tahminimi aldatsa da azmimde fütura düşmedim, bulmak ümidini terk etmedim. Dedim: Mâdem ki dünyadadır, elbet bulacağım.

163

Âdeta kumlarda yüzdüm, karanlıkların derinliklerine daldım. Ebedî bir ruh kesilip ne boğuldum, ne bunaldım. Nihâyet Allah’ın tevfikı inayet etti de gözümün nuru evlâdımı karşımda gördüm.

164

Sadi bize bir irfân mesleği gösteriyor. Dikkatle bakacak olursak bize de görünüyor ki:

165

Bir maksat uğrunda koşan kimse, iptida azim ve teşebbüsünü sağlam tutmuşsa elbette gönlünün istediğini ergeç bulacaktır. Zira Hakkın şüûnatına tecelli-gâh olan bu âlemde tevfik-i ilâhî taharriye, taharri de o tevfike âşıktır.