matem timsalini andırıyordu. Pencerelerin yeşil boyalı demir kapakları açıktı. Kapıya ilerledim. Evvel zaman üslubu tokmağın altındaki kilitte bir sarı pirinç anahtar sokulu idi. Parmağımla yavaşça vurdum. İşitmedi; biraz daha hızlı vurdum, uşak zannetti:
“Ne var, Mehmet?” dedi.
“Mehmet değil, amca, benim…”
Kapıyı açtı.
Bembeyaz sakalı ile mavi yorgun gözlerini daha büyük gösteren kalın taşlı altın gözlüğüyle türbesinden canlanarak kalkmış bir evliyaya benziyordu. Elini öptüm: “Gel bakalım.” dedi. “Sana bir mücevher göstereyim.”
“Buyrun.”
Ayakkabılarımı çıkardım. Tıpkı bir camiye girer gibi… Kırmızı çedik terliklerden bir tanesini giydim. Amcamın arkasında deve tüyünden yapılmış bir oda esvabı vardı. Kristal masaya oturduk. Açık duran kitabı bana uzattı. Tekrar:
“Mücevher, mücevher! Emsali bulunmayan bir mücevher!” dedi. Bu mücevher, çamura düşmüş bir bakkal defterine benziyordu. Yalancıktan müteheyyiç göründüm ve:
“Hakikaten enfes…”
“Dün getirdiler. Kaça alsam beğenirsin?”
“İki liraya.”
Yüzüme dik dik baktı:
“Sen deli olmuşsun oğlum!” dedi. Tamir etmek istedim:
“Cildi pek eski de… Nasıl, beş liraya alabildiniz mi?”
“Ne beş lirası!” diye haykırdı. “ ‘Dâfiülgumum’, Deli Biraderin letaif külliyatı… İstanbul’da bir nüshası daha yok… Belki bütün dünyada bir eşi yok! İhtimal yazı da Gazali’nin kendi yazısı…”
“Kaça aldınız?”
“Yüz seksen liraya…”
“Çok iyi!” dedim.
Yazı kargacık burgacık nevindendi. Cildini, kenarlarını sanki hırçın bir sıçan kemirmişti. Nakışlarının yaldızı solmuştu. Ben bu süprüntü parçasına bakarken amcam, yeni ele geçirdiği mücevherleri çıkarıp:
“Bunu görmedin, bunu da görmedin!” diye birer birer masanın üzerine bırakıyordu. Birtakım divanlar, tarihler, tercümeler, filanlar ki hepsinden küflü bir mezar rutubeti çıkıyordu. Amcam, hele yalnız kaldı kalalı bütün hayatını kütüphanesine hasretmişti. Benim şiirle, sanatla iştigalim, eserlerim, şairliğim çok hoşuna gidiyor; ikide birde:
“Sen benim mabihüliftiharımsın!” der, fakat yeni yazıları, yeni kitapları kütüphanesine yine sokmaz…
Kitaplardan yorulan gözlerimi çini kaplı duvarlara kaldırdım. Fiyatları, şüphesiz bu kitaplar gibi yüksek olması icap eden, yazıları okunmaz levhalar asılıydı. Kubbenin ortasındaki billur avize, altın kakmalı zinciriyle kütüphanenin mütevazı sükûnetine uymayacak derecede muhteşemdi. Amcam okuduğu kasideyi bitirdikten sonra:
“Haberin var mı? Benim kütüphaneyi satın almak istiyorlar!” dedi.
“Kim?”
“Tanımazsın, müsteşrikler.”
“Ne kadar veriyorlar?”
“Evvela on bin lira dediler. Sonra ‘Ben satmam!’ deyince on beş bine, yirmi bine çıktılar.”
“Ne diyorsunuz?”
“Hatta yirmi beş bin de verecekler.”
“Aman amca, hiç durmayınız, satınız!” dedim.
Gözlerini okuduğu kitaptan kaldırdı. Bana çevirdi. İçinde öyle bir itap, öyle bir serzeniş vardı ki…
“Kütüphanemi satmak mı? Sonra ben ne yaparım?”
…
Gözlerini tekrar kitaba indirdi. Çehresi bozulmuştu. Dargın, perişan bir tavırla:
“Ben mezara, kütüphanem mezada!” diye başını salladı.
Ses çıkarmadım. Elimdeki kitabı okur gibi yaptım. Ne kadar böyle sustuk bilmiyorum, bana çok uzun geldi. Gözlerim yazma satırların arasında gezerken, yirmi beş bin lirayı düşünüyordum. Bu küçük bir servetti. Er geç benim olacak bir servetti. Zira amcamın bizden başka vârisi yoktu. Hayatının o ölüme giden yolunda çok ilerlemiş olan bu ihtiyarcık dünyada nihayet birkaç sene misafirdi. İçimden, “Birkaç sene daha,” diyordum, “haydi beş sene… Abıhayat içmedi ya bu!”
Acaba kütüphaneyi isteyen müsteşrikler kimlerdi? Soracaktım. Laf ta dilimin ucuna geldi. Sormadım. Gözlüğün altında daha büyük, daha mavi, daha parlak görünen zeki gözlerinden korkuyordum. Sanıyordum ki, düşüncemi hemen anlayacak. Şimdiye kadar hiç düşünmediğim bu hazır miras birdenbire bütün hayalimi doldurdu. Sanki kafam şişti, sersem oldum. Amcamla neler konuştuğumun farkında değildim. Kütüphaneden çıktık. Salona geldik. Yemeğe oturduk. Ben bir roman içinde gibiydim. Amcamın ikide birde:
“Senin bugün bir dalgınlığın var. Sende bir şey var!” dediğini hatırlıyorum.
Sofrada yemeğimi yerken dimağım, benim vücudumun haricinde, benim irademin haricinde, benim ruhumun haricinde yabancı bir makineymiş gibi işliyor, düşünüyor, planlar kuruyordu. Kafamın içinde doğan fikirlere hükmedemiyor, susuyordum. Öyle ya… Bu zavallı ihtiyar mutlaka yakında ölecekti. Kütüphane yirmi beş bin lira… Köşk, bağ, Faik-paşa Yokuşu’ndaki apartman filan… Yetmiş seksen bin lira da bunlar. Yüz bin liralık bir servet! Artık burada yaşar mıydım? Doğru Avrupa’da soluğu alacak, zevk içinde hayatın tadını çıkaracaktım. Fakat… Ya bu ihtiyarcık evlenmeye filan kalkarsa! Fakat mümkün mü?
Dimağımın içinde tiz, keskin bir şeytan sesi:
“Niçin mümkün olmasın?” dedi.
Ben:
“Mümkün değil, mümkün değil!” diye dişlerimi sıktım.
“Hayır, pek mümkün! Yarın birdenbire işitirsin!”
“Bu fena!”
“Tabii fena!”
“Evet, ya evlenirse…”
“Bunda hiç şüphen olmasın. O vakit yüz bin lirayı rüyanda görürsün…”
“O hâlde?”
Dimağımın içinde çınlayan şeytan sesi:
“Böyle bir hareketin önüne geçmelisin!” diye âdeta korkunç bir emir verdi.
Böyle bir felaketin önüne nasıl geçebilirdim? Evet, bu hakiki bir felaketti. Ta ayağımın dibine gelmiş yüz bin liranın, ihmalciliğim yüzünden uçup gitmesi… Dimağım, yine irademin, hatta idrakımın haricinde sihirli bir saat gibi işliyordu; gözlerimi amcama kaldırdım. Küçük kaşığıyla pilavını ağzına götürüyordu. Sakalının altından beyaz, zayıf boynunu gördüm. O beyaz yere iki dakika basılsa… Yüz bin lira birdenbire benim olacaktı! Fakat…
Ruhumda zehirden şimşekli ateşler bırakan şeytan sesi:
“Budala mısın?” dedi. “Neden korkuyorsun?”
“Korkuyorum.”
“Hayır. Korkma… Sen öyle adi katiller gibi amcanın boğazına basıp boğmayacaksın.”
“Ya ne yapacağım?”
“Bir şey yapacaksın ki, kanun seni mesul edemeyecek!”
“Nasıl?”
“Arkadaşın bakteriyolog Sabit’ten biraz tifo mikrobu çalacaksın.”
“Ey?”
“Bu