Омер Сейфеддин

Gizli Mabet


Скачать книгу

benim mabihüliftiharımsın!” dediğini işittim.

      Geç vakit, yattığım odaya çıktım. Zihnimdeki cinayet planı kendi kendine genişliyordu. Karyolamın üstüne oturdum. Masanın üzerinde yanan mumun ziyası duvarlarda şekilsiz gölgeler kımıldatıyordu. Yüz bin lira! Gözüm dolap aynasına kaçtı. Orada kendi hayalimi gördüm. Bana dik dik bakıyordu. Saçları ürpermişti. Gözleri kanlıydı. Bir sırtlanın gözleri gibi kanlıydı. Bu hayal bendim. Görmemek için yüzümü çevirdim.

      Gece hiç uyumadım!

      Kendimi görmemek için aynaya bakamıyordum. Evet, ben bir katildim. Bir caniydim. Bütün ahlak duyguları benim nazarımda bir yalandı. Sabaha kadar dimağımda bana kumanda veren şeytan sesinin akislerini dinledim:

      “Tereddüt etme!”

      “Hayır, hayır, yapamayacağım.”

      “Yapacaksın!”

      “Yapmayacağım.”

      “Yüz bin lirayı kaçıracaksın!”

      “Kaçsın.”

      “Sen budala değilsin.”

      “Hayır, ben budala değilim. Fakat…”

      Sabahleyin erkenden amcamın yanına indim. Zavallı ihtiyar, balkonun önünde sütünü içiyordu. Beni, heyhat, mabihüliftiharını gülerek karşıladı:

      “Ne o, rahatsız mısın? Sararmışsın.” dedi.

      “Bir şeyim yok.”

      “Rahat uyudun mu?”

      “Evet.” dedim. Sonra birdenbire ellerini öpmeye başladım. Şaşırdı. Gözlerimden galiba yaşlar akıyordu. Öldürdüğü mukaddes vücudun üzerinde pişman olan bir cani gibiydim. Ben artık insan değildim.

      “Sizden bir istirhamım var!” diye inledim. Böyle gayritabii hareketimi ilk defa gören amcam ne diyeceğini bilmiyordu. Kafamdaki şeytanın varlığıma indirdiği darbeyi, manevi iflasımı asla duymuyor:

      “Ne oluyorsun oğlum, ne oluyorsun?” diyordu…

      “Hiç! Vadediniz ki, istediğimi yapacaksınız.”

      “Söyle, ne istiyorsun?”

      “Evvela reddetmeyeceğinizi vadediniz.”

      Ellerini çekti:

      “Peki, söyle, vadediyorum.” dedi.

      “Ben sizin vârisinizim.”

      “Şüphesiz.”

      “İstiyorum ki, bütün servetinizi daha sağlığınızda millî müesseselere vasiyet edesiniz.”

      “Fakat niçin?”

      “Ben böyle istiyorum işte…”

      “Ama niçin?”

      Gece neler düşündüğümü, bir an evvel bu yüz bin lirayı ele geçirmek için nasıl kendisini görünmez bir silahla öldürmeyi kurduğumu söyleyecektim. Söyleseydim o benim mahiyetimi tanıyacak; fakat ben belki şimdi biraz daha rahat bulunacaktım. Lakin, hayır, bu cesareti gösteremedim. Kendimde olmayan fazileti yine iğrenç maneviyatıma perde yaptım. Yalanlar öğürmeye başladım. Sözde ben gençtim, ihtimal bu kıymetli kütüphaneyi satar, memleketten dışarı çıkmasına sebep olabilirdim. İstiyordum ki, bu mühim miras millete kalsın!

      “Pekâlâ!” dedi. “Kütüphanemi millete vereyim. Fakat başka akarlarımı…”

      “Onları da istemem amcacığım. O kadar hastalar var, darüleytamlar var. Silinecek gözyaşları, sarılacak yaralar, teselli edilecek dullar, öksüzler, kimsesizler var!”

      …

      ...................

      Ben söylerken derin bir hayretle, şaşkın bir meftuniyetle yüzüme bakıyordu. Zavallı, karşısındaki mahlukun ne alçak şey olduğunu anlayamadı. Doğruldu, beni kucakladı. Alnımdan öptü.

      “Sen benim mabihüliftiharımsın!” dedi.

      Evet, ruhumdaki insanlık ideali, o üç ahlak meşalesi ebediyen söndü! Bir gece içinde korkunç, iğrenç bir katil oldum. Şimdi karanlık bir çöldeyim! Bir hayvan gibi meyusum! Artık insanlık cennetine, “iyilik, doğruluk, güzellik” cennetine bir daha dönemeyeceğim. Son defa yalanlarımla aldattığım zavallı büyük ihtiyar da, benim gibi, mahiyetinin fiilinden ürküp kaçan, korkak bir sefili yine “faziletkâr” bilecek! Bu sefile “mabihüliftiharım!” diyecek.

      NAMUS

      Daha geceydi. Çoban yıldızı derinlerden dünya üzerindeki uyumuş sürülere bakan tek bir göz gibi parlıyor, koyu karanlıklara mavi bir ışık akıtıyordu. Hapishanenin ağır, demir kapısı acı bir küfür gürültüsü ile açıldı. Jandarmalar, elleri arkasına bağlanmış zayıf, cılız, ürkek bir adamı dışarı çıkardılar. Siyah arabanın dar kapısından sokmak için kollarından yukarı kaldırıyorlardı. Elleri bağlı adam sağındaki sakallı jandarmaya döndü:

      “Nereye gidiyoruz, bre ağam?” diye sordu.

      “Bilmiyor musun?”

      “Bilmiyorum bre…”

      “Deminden imam efendi sana ne dedi?”

      “ ‘Lala, ala…’ diye bir şeyler söyledi. Ben: ‘Ne diyorsun?’ dedim. ‘Benim dediğimi söyle!’ dedi. Ben de onun dediğini anlamadan söyledim.”

      “Öyleyse çok iyi ettin!” cevabını veren jandarma, mahkûmu arabanın içine tıktı. Kendi de yanına girdi. Dışarıda kalan genç jandarma üstlerinden kapıyı kilitledi. Mavi alaca karanlığın içinde kamçı sesi, atların nal takırtıları, demir tekerlek gürültüleri işitildi.

      Penceresiz arabanın içi tıpkı bir kutu gibiydi. Köşesinde küçük bir fener, sarı ziyasıyla cidarlardaki gölgeleri titretiyordu. Mahkûm susmuyordu:

      “Ağa, ben üşüyorum.” dedi. Tüfeğini yanına dayayan sakallı jandarma, tabakasından bir cigara sarıyordu. Güldü:

      “Yarım saat sonra ısınırsın!” diye başını salladı.

      Konuşmaya başladılar. Bozuk kaldırımların sarsıntısı habire sözlerini kesiyor, ikiye bölüyordu:

      “Hamama mı gidiyoruz?”

      “Hamama ama senin bildiğin hamam değil…”

      “Nasıl?”

      “Sabunu var, suyu yok…”

      “Benim abdestim var bre ağam, niye beni hamama götürüyorsunuz?”

      “Abdestini bozdurmak için!”

      Mahkûm, jandarmanın alayından bir şey anlamıyordu. Sustu. O susunca, jandarma sormaya başladı:

      “Ulan senin kabahatin neydi?”

      Mahkûm, yarasına dokunulmuş bir adam gibi haykırdı:

      “Namus, bre ağam, namus, namus, namus!”

      Yerinden kalkıyor, çırpınıyordu. Bu namus heyecanı jandarmanın canını sıktı:

      “Ulan, çingenede namus olur mu?” dedi.

      “Neye olmasın ağam, çingene insan değil mi?”

      “Karını başkasıyla mı yakaladın?”

      “Hayır.”

      “Kızını mı yakaladın?”

      “Hayır.”

      “Öyleyse niçin namus, namus diye bağırıp durursun? Ne oldu ki bakayım?”

      Mahkûm çingene, felaketini