çekti:
“Neye bakıyorlardı?”
Çingene tekrar: “Namus bre, namus!” diye kafasını arabanın cidarına çarptı:
“Bizim Çomar’a, Hasan’ın sarı erkek köpeği yapışmış. İçeri almışlar, seyrediyorlardı.”
Jandarma gülmekten katılıyordu:
“Ey, sonra?”
“Birdenbire hiddetlendim. ‘Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?’ dedim. Elime çotranın1 yanındaki bir balta geçti…”
“Ey?”
“Hepsinin kafasına ayrı ayrı indirdim. Çomar’ıda ikiye böldüm. Hiçbiri kaçamadı. Hepsini geberttim.”
! ! ! !
.................
Jandarmanın cigarası parmaklarından düşmüştü. Çingene: “Namus bre, namus!” diye dövünüyor, araba daha ziyade sarsılıyor, daha ziyade takırdıyordu. Jandarma, karşısındaki sıska, kirli suratlı, pis herife bakarak yüreğinin çarptığını duyuyor, gayriihtiyari memleketinde Hıdırellez günleri yaptıkları eşek bayramını hatırlıyor, kendi namussuzluğuna şükrediyordu. Evet, bu çingene gibi içlerinde bir iki namuslu adam olsaydı, bütün kasaba halkını, Hıdırellez günü yaylada kılıçtan geçirmek icap edecekti.
Araba, katilin dokuz insanı baltayla kestiği yerde durdu. Burası bir şose kenarıydı. Küçük kapının kilidini açtılar. Önde elleri bağlı çingene, arkadan sakallı jandarma indi. Müddeiumumi, komiser, hâkim filan hepsi daha evvel gelmişlerdi. Arabalar bir katar gibi birbiri arkasına dizilmiş, yol boyunda duruyordu. Ortalık tamamıyla ağarmış, Çoban Yıldızı sönmüştü. Komiserle gelen jandarmalar, bir iskemleye binmişler, gülüşerek darağacının ipini sabunluyorlardı. Çingene, bu manzarayı görür görmez, gölgesinden ürkmüş bir Arap atı gibi şahlandı:
“Ay, beni asacak mısınız?” diye haykırdı. Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu. Komiser, elindeki yaftayı katilin boynuna geçirmek için ilerledi. Namus uğrunda şehit olacak bu biçareye karşı herkesin kalbinde sanki gizli bir muhabbet, gizli bir hürmet vardı! Hele beyaz sakallı hâkimin gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlıyordu. O, kırk senelik memuriyeti esnasında bu verdiği hüküm kadar ağır hiçbir vicdan azabı duymamıştı. Evet, çingene minge-ne… Fakat ne büyük bir namus telakkisiydi! Evet, ne büyük bir namus taassubu! Ama kanun… İşte o affetmiyordu. Ah, yoksa bizde “jüri” usulü olsaydı, hemen bu dokuz canı birden alan Azrail’den müthiş katili beraat ettirecekti. Gayriihtiyari komiserin önüne geçti. Acaba bu kadar yüksek bir namus niyetiyle yaşayan bir insanın ölmezden bir dakika evvelki son arzusu ne olabilirdi?
“Biraz dur!” dedi. Şaşırmış çingeneye hıçkıra hıçkıra yaklaştı. Dizleri, elleri, dudakları titriyordu.
“Allah kusurunu affetsin!” diye söze başladı. “Ben senin haklı olduğunu biliyorum. Ama ne yapalım? Başımız şeriate, kanuna bağlı! Dünyada son arzun ne? Bana söyle. Ne olsa yapacağım oğlum!”
Çingene, hâlâ sabunlanan ipe baktı. Sonra gözü yaşlı ihtiyar hâkime döndü:
“Ne arzum olacak? Ne olsa sizin gibi namertler yapmazlar.” dedi.
Hâkim elini kaldırdı:
“Vallahi, billahi, ne istersen yapacağım! Canımı istersen vereceğim! Söyle oğlum.”
“Söylemem, yapmazsın.”
“Yaparım.”
“Yapmazsın. Hepiniz yalancısınız. İnsanı aldatırsınız!”
“Aldatmam. Yaparım diyorum evladım.”
“Yapmazsın hâkim efendi. İşte bütün buradakiler şahit olsun, yapmazsın!”
Hâkim, kendine bakan memurlara, polislere, jandarmalara bir göz gezdirdi. Vaadini katiyyetle tekrarladı:
“Bunlar şahit olsun! Allah şahit olsun, yapacağım!”
Ağzında zapt ettiği hıçkırıklardan boğulacakmış gibi başını göğe kaldırıyordu. Doğru söylediği, sesinin azametinden, tavrının heybetinden, heyecanı ulviyetinden belliydi. Çingene biraz ferahlar gibi oldu. Gözleri parladı. Yutkundu, yutkundu. Heyet baştan aşağı kulak kesilmişti. Yaklaşan siyah ölümün soğukluğu hepsini sanki dondurmuş, taş kesmişti. Çingene öksürdü:
“Pekâlâ hâkim efendi.” dedi. “Senden istediğim bu: Hüsmen’in sarı köpeğini buldur. Gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun.”
Hâkim, şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, mahkûm susmuyor: “Namus bre namus… Yaptırmazsan ahirette iki elim yakanda kalsın!” diye jandarmaların kolları arasında çırpınıyordu.
ACIKLI BİR HİKÂYE
Müthiş bir kış… Her taraf kar içinde… Dereler, tepeler donmuş! Tabii ağaçların yaprakları da dökülmüş… Ağaçları aklınıza getirmemize sebep, kendinizi, kutbu şimalide zannetmemenizi temin etmektir. Çünkü orada fok balıkları, penguenler, Eskimolar bulunur. Fiyorlar da vardır. Tam kutup noktasında pusula deli olmuş gibi dönmeye başlar.
Sadede gelelim: Her taraf kar içinde demiştik. Kar, yalnız evlerin çatılarını, Himalaya, Alp, Ural Dağları’nı örtmez ya… Alçak yerleri de beyaz bir Acem halısı gibi kaplar. Alçak yerlerin arasında hattı üstüva cihetlerini istisna etmek lazımdır. Çünkü kürei arz bir insana teşbih edilse, karnıyla sağrısı hattı üstüva olmak icap eder. Bununla beraber bu insanı çok şişman tahayyül etmelidir ki, karın kısmı en fırlak cihetleri olabilsin! Hattı üstüva, kürei arzın en alçak yeri değil, bilakis en yüksek yeridir. O hâlde niçin üstüne kar yağmıyor? Bu mesele henüz ilmin gizli bir sırrıdır. Tıpkı kanser, tifüs, İspanyol nezlesi mikrobu gibi… Medeniyet bir gün terakki edince bu sebep de keşfedilecek!
Biz sadedimize gelelim: Ne diyorduk? Kar yalnız çatıları örtmez, değil mi? Evet, yalnız çatıları örtmez. Sanki kırmızı kiremit kaplı bir çatıymış gibi toprağın üstünü de örter.
Bu örtü bazen bir metreyi geçer. Bazı soğuk memleketlerde patates, yer elması gibi meyveler, hayır, meyve değil zahireler, toprak altında kendi kendine yetişir. Galiba onların güneşe ihtiyaçları yoktur. Hem bir âlimin fikrine göre, bu nevi nebatat, arzın veremleriymiş! Belki dünyanın her tarafına verem, bunlardan sirayet etmiştir. Sanatoryumlar da…
Pardon, yine sadede gelelim: Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü. Toprak gözle görülemiyordu. Toprağı görmek için karları süpürmek gerekirdi. Hâlbuki bu ameliye yalnız sokaklarda yapılır. Sokaklarsa kaldırım döşelidir. Üzerinde hiç yenecek bir şey bulunmaz. Gıdasını yerden alan hayvancıkların hâlini bir düşününüz! Bütün dünyanın yüzü şekersiz bir su dondurması kaplı. Bir avuç yeseler hemen donacaklar!
İşte yeryüzü böyle feci bir şekilde iken, bir bahçenin orta yerinde, minimini serçecik titreyip duruyordu! Fakat korkusundan değil! Çünkü yalnız korku için titrenilmez! Küçük ayakları mercanlar gibi donmuştu. Bir haftadır bir şey yememişti. Son yediği şey, bahçeden geçen bir çocuğun elinden düşürdüğü pasta parçasıydı. Artık ölecekti işte. Azrail etrafında dolaşıyordu. Zavallı serçe o kadar aç, o kadar biilaçtı ki… Açlıktan minimini ellerini, yani kanatlarını dizlerine vuruyor:
“Ölüyorum, ölüyorum!” diye ötmek istiyordu. Fakat ötemedi. Çünkü sesi çıkmadı, ötmek için sese ihtiyaç vardır. Ses ciğerlerde biriken havanın boğaza çarpması demektir. Çarpmak bir kuvvet