Омер Сейфеддин

Gizli Mabet


Скачать книгу

kuş için kanat, geyik için boynuz, vapur için baca, tayyare için pervane ne ise, “gübre” de ziraat için odur! Gübresiz ekip biçme olmaz. Eğer atlar, eşekler bu maddeyi bize ihsan etmemiş olsalar, buğday yetişmez. Tarlalar cansız kalır. Tarlalar çöl olduktan sonra, biz de açlıktan mahvoluruz. Son zamanın âlimlerinden birkaçı “suni gübre” imaline kalkmışlardı. Eğer muvaffak olsalardı, tabii atlar da gübre yapmaktan vazgeçeceklerdi. Fakat o vakit ne yapacaklardı? Acaba yalnız asit ürik mi ifraz edeceklerdi? Neyse…

      Biz yine sadede gelelim: Serçecik, bir metre yetmiş beş santimetre ötesinde gayet taze bir gübre yığınını görünce mahmur gözlerini açtı. Tin tin sıçradı. Bu hafif beyaz bir duman çıkaran koyu sarı maddenin başına geçti. İçindeki arpaları birer birer topladı. “Topladı” deyince bir yere biriktirdi sanmayınız. Topladıkça yuttu. Boş kursakçığı doldu, davul gibi şişti. Donan ayaklarına hararet geldi. Kanatlarını kımıldattı. Pırradak uçtu. Dama kondu. Avazı çıktığı kadar ötmeye başladı:

      “Cik cik cik…”

      Bu esnada bahçeye bir çocuk çıktı. Elinde bir av tüfeği vardı. Damın üzerinde cik cik öten serçeye baktı. Tüfeği kaldırdı. Cilalı, ceviz tahtasından mamul dipçiği sağ omuzunun oyluk kemiğine dayadı. Onun bu vaziyetini serçe görmüyor, habire:

      “Cik, cik, cik…” diye ötüyordu. Çocuk güzel bir nişan aldı. Sağ elinin şehadet parmağının ilk boğumuyla tetiği çekti: Bum… Serçecik vuruldu. Ölüsü karların üzerine düştü!

      Kıssadan hisse:

      İnsan bir “halt” ettiği zaman damın üzerine çıkıp bağırmamalıdır!

      “Darwin”in sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz: oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, durmayı, hasılı hasılı her şeyi…

      Ne kadar adamlar vardır ki, hiç ihtiyaçları yokken “monokl” dediğimiz tek gözlükleri takarlar. Çünkü terzide seyrettikleri moda albümlerindeki resimler tek gözlüklüdür.

      KESİK BIYIK

      Neyse… Lafı uzatmayayım. Ben de taklitçinin birisiyim. Her modayı yaparım. Altı, yedi sene evvel, gördüm ki, herkes bıyıklarını Amerikanvari kesiyor. Benim de hemen kestirdiğimi tabii tahmin edersiniz. Ah, evet, ben de kestirdim; ben de pala bıyıklarımı sırf taklitçilik gayretiyle kestirdim. Hakikaten “Darwin”in istediği gibi ecdadıma benzedim.

      Fakat ilk zamanlar o kadar utandım ki, size tarif edemem. Hele ilk gün bir arkadaşa rastlamayayım diye arka sokaklardan eve geldim. Kapıyı açan evlatlık beni bu hâlde görünce dehşetli bir nara attı. Kurt görmüş bir kısrak heyecanıyla, haykıra haykıra kaçtı. Ben kapıyı iterek yukarı çıktım. Hınzır kız, kim bilir anneme neler söylemiş? Annem odama geldi. Ben, dişlerim ağırıyormuş gibi ağzımı tutuyor, bıyıklarımı göstermiyordum:

      “Ah hain alçak! Artık benim evladım değilsin!” dedi. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Zavallı, kansız elleri titriyor; yüreğinin şiddetle çarpması, derin derin geğirmeler, göğsünü, başını sarsıyordu.

      “Niçin anneciğim?” dedim.

      “Niçin mi?” diye inledi. “Hani bıyıkların?”

      “Bıyıklarımı kesmekle niçin alçak, niçin hain olayım?”

      Annem, daha beter ağlamaya, daha beter geğirmeye başladı.

      “Beni anlamaz mı sanıyorsun?” dedi. “Bıyıklarını farmasonlar2 keserlermiş. Demek, sen de farmasonmuşsun! Verdiğim süt sana haram olsun! Ah! Demek sen de farmasonmuşsun da, bizim haberimiz yokmuş…”

      Ben, her ne kadar bu rezaleti sırf taklitçilik yüzünden, hem âdeta haberim olmadan yaptığımı anlatmaya kalktımsa da, hiç para etmedi. Annem daha beter ağladı. Laflarıma inanmıyordu. Dizlerini döverek: “Seni doğuracağıma, keşke cehennem taşları doğuraydım!” diye çırpınıyordu.

      Tam bu esnada baba da gelmez mi! Evlatlık kız, bıyıklarımın hâlini ona da yetiştirmiş. Aralık kalan kapımdan onu, kalın bastonuyla beraber yukarı çıkmış görünce titredim. Korkmadım desem, yalan söylemiş olurum. Mahvolduğumu anladım. Babam hızla içeri girdi. Ben hâlâ ellerimle bıyıklarımı kapalı tutuyordum. Bastonunu havada savurarak:

      “Aç bakayım ellerini!” diye haykırdı. Artık iş çatallaşmıştı. Hemen bir yalan uydurdum:

      “Babacığım, bugün cigaramı yakarken kazara bıyığımın bir tarafını tutuşturdum… Onun için kestirdim.”

      Ama bizim ihtiyarda hacı gözü yoktu:

      “Sen bana dolma yutturamazsın!” dedi. “Sokakları dolduran züppelerin hepsinin bıyıkları kibritle mi yandı?”

      Sustum. Cevap vermedim.

      Babam açtı ağzını, yumdu gözünü… Öyle şeyler söyledi ki, ben burada mümkün değil tekrarlayamam. Fesinin püskülünü önüne getirmek, bıyıklarını kesmek, hep bir şeye delalet edermiş… Öyle pis bir şeye ki…

      Babamın hiddeti karşısında ne yapacağımı şaşırıyor, “Bıyıklarımı keseceğime keşke kafamı kesseydim!” diye içimi çekiyordum. Babam son sözünü söyledi. Beni reddetti. Evden kovdu.

      “Hemen çık!” dedi. “Bir daha sakın buraya geleyim deme! Çünkü artık bıyıkların çıksa bile, namusun yerine gelmez…”

      Ne yapayım? Çarnaçar çıktım. Gidecek yerim yoktu. Aklıma Topkapı’da bir arkadaşım geldi. “Bari gidip ona misafir olayım.” dedim.

      Tramvay yoluna doğru yürüdüm. Köşe başında bizim sporcu arkadaşları gördüm. Bana gözleri ilişince:

      “Bonjur, bonjur!” diye haykırıştılar. “İşte şimdi adama benzedin. Neydi o pala bıyıklar! Mezardan kalkmış bir yeniçeri ağası gibi…”

      Ne cevap, ne selam verdim. Yürüdüm. Annemin, babamın ayrı ayrı manalar verdiği felaketimi bu beyler çok muvafık, çok hoş buluyorlardı.

      Topkapı tramvayına bindim. İçerisi tenha idi. Kabahatli gibi, bir tarafa iliştim. Geldi, yanıma abani sarıklı, kır sakallı bir hoca efendi oturdu.

      Biletimi aldım. Ara sıra dışarı bakıyordum. Gözüm hoca efendiye kaçtı. Dikkat ettim. Dik dik bana bakıyor… Yüreğim hop etti. “Sakın bu da bıyıklarım için küfrüme hükmetmesin…” diyordum. Yüreğimin çarpması gittikçe ziyadeleşti. Kalkmak, dışarı kaçmak istedim. Hazırlanıyor, kımıldanıyordum. Hoca efendi gülümsedi:

      “Eksik olmayınız oğlum. Var olunuz!” dedi. Heyecanıma şimdi hayret de karışmıştı

      “Niçin efendim?” diye sordum.

      “Sizin gibi şık gençleri sünnetli görmek, bizim için en büyük bir iftihardır!” dedi. Anlamadım. Hassaten bir yere bakmak istemiyormuşum gibi yavaşça gözlerimi önüme indirdim. Hayır… Evet hayır…

      Tekrar sordum:

      “Fakat, sünnetli olduğumu nereden anladınız, efendim?”

      Hoca güldü:

      “İşte bıyıklarınızı kestirmişsiniz ya oğlum.” dedi. “Bu sünneti şerif değil midir?”

      !

      ÜÇ NASİHAT

– Halk edebiyatından —

      Durmuş’un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Amma gençti. Kuvvetli idi. Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak,