bekle Kuragin, bekle biraz! Siz de dinleyin! Eğer içinizden herhangi birisi şu benim yaptığımı yapacak olursa kendisine hemen yüz emperyal veririm. Anlaşıldı mı?”
Başıyla bir evet işareti yaptı İngiliz ama bu işaret, yeni bahsi kabul ettiği anlamına değil, söyleneni anlamış olduğu anlamına geliyordu. Gelgelelim Anatol bırakmamıştı adamın yakasını ve yabancının ikinci bir “anladım” işaretine rağmen Dolohof’un dediklerini İngilizceye çevirmeye devam ediyordu.
Bu arada, Muhafız Alayı’nda hafif süvari olarak görevli olan ince yapılı bir delikanlı (Akşamki kumarda da kaybetmişti üstelik.), pencereye çıkmış ve başını uzatıp aşağıya bakmıştı. Taş döşeli yolu görünce “Vay canına!” dedi. “Korkunç bir şey bu!”
“Susun!” diye bağırdı Dolohof aynı anda.
Ve genç subaya inmesini işaret etti. Mahmuzları birbirine takılan delikanlı güçlükle atlayabildi odaya.
Şişeyi rahatça uzanıp alabileceği şekilde dayanağın üzerine yerleştirdi Dolohof, sonra da yavaş yavaş ve temkinle pencerenin dışına doğru kaydı. Ayaklarını sarkıtıp iki eliyle pencerenin kenarına tutunarak yerine yerleşti ve ellerini serbest bırakıp şişeyi aldı.
Bu sırada Anatol, ortalık tamamıyla ışımış olduğu hâlde, iki mum getirmiş ve pencere dayanağının üzerine koymuştu. Böylece Dolohof’un beyaz gömlekli sırtı ve kıvırcık saçlı kafası, her iki yandan aydınlanmış oluyordu.
Herkes pencerenin çevresinde toplanmıştı şimdi. İngiliz en ön sıradaydı. Piyer gülümsüyordu sadece, tek kelime etmiyordu. Konuklardan ötekilere oranla daha yaşlı gösteren biri, korkuyla ileri atıldı birden ve Dolohof’u gömleğinden yakalayıp tutmak istedi. Bir yandan da kaygılı bir tonla, aklın sesini dile getiriyordu:
“Anlamsız bir iş bu, efendiler! Öldürecek kendisini! Bir hiç için ölecek!”
Anatol durdurmuştu onu, bırakmamıştı:
“Dokunma ona, ürkütürsün! Asıl o zaman ölür!.. Anladın değil mi ha, anladın değil mi?”
Dolohof döndü, duruşunu değiştirdi, açık kollarıyla pencerenin dayanağına yeniden yaslandı ve sözcükleri iyice telaffuz ederek konuştu:
“Eğer bir daha birisi beni rahatsız edecek olursa onu tuttuğum gibi buradan aşağı yollarım. Tamam mı?.. Hadi şimdi işimize bakalım!..”
Ve bunu der demez döndü yeniden, ellerini dayanaktan çekti, şişeyi alıp dudaklarına götürdü. Başını arkaya atmış; serbest kolunu, dengeli durabilmek için havaya kaldırmıştı.
Biraz önce kırılan camın parçalarını toplamak için çömelmiş olan uşaklardan biri; gözlerini pencereden, daha doğrusu, Dolohof’un sırtından ayırmaksızın öylece, olduğu yerde kalakalmıştı. Anatol; gözleri fal taşı gibi açılmış hâlde, dimdik duruyordu. İngiliz; dudakları ileri doğru uzanmış hâlde, yandan bakmaktaydı sahneye. Dolohof’u durdurmak isteyen konuk, odanın bir köşesine kaçmış ve yüzü duvara dönük olarak oradaki divana uzanmıştı. Elleriyle gözlerini kapamıştı Piyer ve şimdi yüzünde, duyduğu korku ve dehşeti dile getiren silik bir gülümseyiş dalgalanıyordu. Herkes taş kesilmişti sanki. Sinek uçmuyor, çıt çıkmıyordu.
Ellerini gözlerinden çekti Piyer. Dolohof hep aynı pozisyonda oturmaktaydı. Başı o derece arkaya devrilmiş durumdaydı ki ensesindeki kıvırcık saçlar gömleğinin yakasına değiyor ve şişeyi tutan eli, harcadığı çabadan dolayı titreyerek gittikçe biraz daha havaya kalkıyordu.
Gözle görülür şekilde boşalmaktaydı şişe ve bununla beraber delikanlının başı da gittikçe biraz daha arkaya devrilmekteydi. Nasıl oluyor da bu iş bu kadar uzun sürebiliyor? diye aklından geçirdi Piyer. Dolohof işe girişeli yarım saatten fazla olmuş gibi geliyordu ona. Tam o sırada genç subay, birdenbire sırtıyla arkaya doğru bir hareket yaptı ve kolu titredi. Bu titreme, dışarı doğru eğimli pervaza yerleşmiş olan vücudun tümüne sirayet etmişti. Ve çabasının ağırlığı altında Dolohof’un kolu ile başı daha da şiddetli bir şekilde titremeye başladı. Bu el, dayanağı yakalamak için yukarı kalktı ama indi yeniden. Piyer de yeniden kapadı gözlerini ve içinden, onları bir daha hiç açmayacağına yemin etti. Sonra birdenbire çevresinde herkesin harekete geçtiğini duydu. Gözlerini açtı ve Dolohof’un pencere boşluğunun ortasında ayakta durduğunu gördü. Yüzü solgun ama neşeliydi.
“İşte size boş şişe!”
İngiliz’e fırlatmıştı şişeyi. Adam ustaca kaptı. İçeri atladı Dolohof. Keskin rom kokuyordu. Dört bir yandan sesler yükseliyordu şimdi:
“Müthiş doğrusu!”
“Ne adam!”
“Bahse tutuşmak dediğin böyle olur işte!”
“Şeytanın ta kendisi!”
“Pes doğrusu!”
İngiliz, elinde kesesi, parayı sayıyordu. Dolohof, kaşlarını çatmış; hiçbir şey söylemeksizin beklemekteydi. Ve Piyer, hiç beklenmedik bir şekilde pencereye zıplayıp bağırmaya başladı:
“Hey efendiler! Benimle bahse girmek isteyen yok mu? Aynı şeyi ben de yapacağım! Ayrıca bunun için bahse girmeye de gerek yok. Dolu bir şişe içki getirtin yeter! Evet, dolu bir şişe verin bana hemen! Ve görün bakalım aynısını yapıyor muyum yapmıyor muyum! Bırakın!”
Dört bir yandan sesler yükseldi yine:
“Deli misin sen?”
“Bırakmayın onu sakın!”
“Geç arkadaş, senin merdiven çıkarken bile başın dönüyor!”
Piyer âdeta tepinerek haykırıyordu:
“Bir şişe rom, diyorum size! Aynısını yapacağım, diyorum! Bir dikişte boşaltacağım!”
Delikanlıyı kollarından tutup aşağı indirmek istediler ama öylesine acı kuvveti vardı ki yaklaşanları bir hamlede uzaya fırlatıyordu. Piyer’e bu durumda söz dinletmenin imkânsızlığını kavrayan Anatol, “Siz bu işi bana bırakın.” dedi çevresindekilere yavaşça. “Onu kandırmak için başka çare kalmadı.”
Sonra da Piyer’e dönüp yüksek sesle “Tamam, dostum.” dedi. “Şimdi dinle. Seninle ben bahse tutuşuyorum. Ama bu gece için değil, yarın gece için. Kabulse hemen in oradan, bir dostu ziyarete gideceğiz!..”
“Oldu!” diye haykırdı Piyer. “Gidelim hemen! Ama Mişka’yı da beraber götürelim…”
Ve ayıyı belinden tutup havalandırarak odanın ortasında dönmeye başladı.
VII
Prenses Drubetskaya’ya, Anna Pavlovna’nın gece toplantısında sevgili biricik oğlu Boris konusunda vermiş olduğu sözü tutmuştu Prens Vasili. Gerçekten de Boris’in durumu İmparator’a anlatılmış ve delikanlı istisnai bir muameleye tabi tutularak önce Muhafız Alayı’na alınmış, hemen ardından da üsteğmen olarak Semyonovski Alayı’na atanmıştı. Buna karşılık Boris, Anna Mihailovna’nın entrikayla karışık tüm girişimlerine ve uğraşlarına rağmen Kutuzof’un yaverliğine getirilmediği gibi doğrudan doğruya başkumandanın şahsına bağlı bir görevle de sorumlu kılınmamıştı.
Anna Pavlovna’nın toplantısında bulunduktan az zaman sonra Moskova’ya dönmüş ve zengin hısımları Rostofların konağına gelmişti doğrudan doğruya Anna Mihailovna. Moskova’ya her gelişinde onlara uğrardı zaten; sevgili biricik oğlu Boris de çocukluğundan beri o konakta yetişmiş ve orduda üsteğmen rütbesiyle Muhafız Alayı’na atanma