Лев Толстой

Savaş ve Barış I. Cilt


Скачать книгу

herkesi engelliyordu.

      “Müsaade eder misiniz efendim?”

      Arabaya binmesine engel olan Hippolyte’e; kupkuru, sert bir sesle ve Rusça söylemişti bunu Prens Andrey. Sonra arkadaşına dönüp yumuşak ve tatlı bir sesle eklemişti:

      “Bekliyorum Piyer.”

      Arabacı, kamçısını hafiften şaklatarak harekete geçirmişti şimdi atları. Kaldırım taşı döşeli yol, arabanın tekerlekleri altında çınlamaktaydı. Merdivenlerin üzerinde dikili kalan Prens Hippolyte, evine bırakmayı üstlenmiş olduğu Vikont’u beklerken kesik kesik gülüyordu.

      “Eh bien, mon cher, votre Petite Princesse est très bien.”94

      Arabaya binip Hippolyte’in yanına yerleşir yerleşmez söylemişti bunu Vikont. Sonra da pekiştirmek için tekrarladı: “Mais très bien.”95

      Ardından parmaklarının ucuyla bir öpücük yollayarak ekledi hemen:

      “Et tout à fait française.”96

      Hippolyte kahkahayı basmıştı.

      “Et savezvous que vous êtes terrible avec votre petit air innocent?”97 diye devam etti Fransız asilzadesi. “Je plains le pauvre mari, ce petit officier qui se donne des airs de prince régnant.”98

      Bir kahkaha daha koyuverdi Hippolyte. Bir yandan da konuşuyordu:

      “Et vous disiez que les dames russes ne valaient pas les dames françaises.”99

      Gururlu bir tonla tamamladı sözlerini: “II faut savoir s’y prendre.”100

      Ötekilerden daha önce gelmiş olan Piyer, evin teklifsiz misafirlerinden biri sıfatıyla Prens Andrey’in çalışma odasına yöneldi ve her zaman yaptığı gibi divanın üzerine uzandı hemen; başucundaki kitap rafına uzanıp rastgele bir kitap aldı (Sezar’ın İtirafları idi bu.) ve yine rastgele bir sayfasını açıp okumaya koyuldu.

      Bembeyaz küçük ellerini ovuşturarak girmişti içeri Prens Andrey.

      “Neler yaptın kuzum Bayan Şerer’in evinde?” dedi. “Kadını gerçekten hasta edeceksin!”

      Yüzü duvara doğru olan Piyer, divanı inildeterek bir hamlede döndü arkadaşına; gülümsedi ve umursamadığını göstermek için elini salladı, sonra da hızlı hızlı konuşmaya başladı:

      “O Rahip son derece ilginç bir adam aslında. Gelgelelim, yanlış akıl yürütüyor… Ebedî barış bence de mümkün ama… Nasıl desem… Bilemiyorum… Ama her hâlükârda kesin olan şey, ebedî barışın siyasal denge yoluyla gerçekleşemeyeceğidir…”

      Bu türden soyut tartışmaların Prens Andrey’i pek ilgilendirmediği anlaşılıyordu.

      “İnsan her düşündüğünü her yerde söyleyemez, mon cher.”101 dedi.

      Bir dakikalık sessizlikten sonra söylemişti bunu.

      Ardından da sordu: “Bir karar verebildin mi nihayet? Muhafız şövalye mi olacaksın, yoksa diplomat mı?”

      Piyer, bağdaş kurup oturdu divana.

      “İnanır mısınız?” dedi. “Daha hiçbir şey bilmiyorum. Aslında, ikisi de cezbetmiyor beni.”

      “Evet ama şu ya da bu şekilde bir karar vermen gerekiyor artık. Baban bunu bekliyor.”

      Piyer, henüz on yaşındayken bir rahip olan eğitmeniyle birlikte yurt dışına gönderilmiş ve on yıl orada kalmıştı. Moskova’ya döndüğünde rahibe yol vermişti babası, sonra da delikanlıya şöyle demişti:

      “Şimdi Petersburg’a gideceksin, çevrene iyice bakacak ve gördüklerin arasında seçim yapacaksın. Seçeceğin şey, önceden kabulümdür. İşte sana Prens Vasili’ye verilmek üzere bir mektup ve işte sana gönlünce harcamak üzere bol bol para. Arada sırada bana mektup yazarak ne olup bittiğini bildir. Sana daima ve her yerde yardım edeceğimden hiç şüphen olmasın.”

      Gelgelelim Piyer, üç aydan beri hâlâ bir meslek seçecekti kendisine. Andrey’in sözünü ettiği karar da işte bununla ilgiliydi.

      Alnını ovuşturdu Piyer; aklı, gece toplantısında rastladığı İtalyan Rahip’te kalmıştı:

      “Farmason olsa gerek.” diye mırıldandı.

      Devam edecekti belki konuşmaya ama Prens Andrey kesti sözünü:

      “Bırak şu zırvaları bir yana da ciddi şeylerden söz edelim! Atlı Muhafız Alayı’nı, gidip gördün mü?”

      “Görmedim, hayır. Ama bakın aklıma ne geldi, ne zamandır size söylemek istiyordum zaten bunu. Şu anda biz Napolyon’la savaş hâlindeyiz, öyle değil mi? Eğer bu, özgürlük uğruna girilmiş bir savaş olsa anlardım. Ve ilkin ben gider, yazılırdım askere. Ama dünyanın en büyük adamına karşı İngiltere’ye, Avusturya’ya yardım etmek; doğrusu, hiç de iyi bir şey değil!..”

      Piyer’in çocuksu sözlerine karşılık olarak omuz silkmekle yetindi Prens Andrey. Ona göre bu türden budalalıklara cevap verebilmek imkânsızdı.

      “Herkes kendi inançları için savaş çıkarsaydı, dünyada savaş diye bir şey olmazdı.” dedi.

      O safça sözlere bundan başka bir cevap vermek de güçtü hani.

      “İşte o vakit, dünyanın tadına doyulmazdı.” dedi Piyer.

      Prens Andrey gülümsemişti.

      “Doğru, evet. Ama nerede o günler!”

      Piyer damdan düşercesine sordu:

      “Sahi, siz neden savaşa katılıyorsunuz kuzum?”

      “Neden mi? Bilmem. Katılmam gerekiyor herhâlde. Ayrıca…”

      Bir an durduktan sonra tamamladı sözünü:

      “Katılıyorum çünkü burada sürdüğüm hayat bana göre bir hayat değil!”

      Bir kadın giysisinin hışırtısı işitildi yan odadan. Prens Andrey, orada değilmiş de yeni kendine geliyormuş gibi silkindi. Yüzü, yeniden Anna Pavlovna’nın salonunda takındığı ifadeye bürünmüştü. Oturuşunu düzeltip ayaklarını yere indirdi Piyer. Aynı anda da Prenses içeri girdi.

      VI

      Başka bir elbise giymişti üzerine. Toplantıdaki kadar şık ve zarif bir ev giysisiydi bu. Prens Andrey, kibarca yerinden kalkıp karısının oturması için bir koltuk çekti. Prenses, hızla ve telaşla koltuğa yerleşirken her zamanki gibi Fransızca olarak başladı konuşmaya:

      “Niçin diye sorarım sık sık kendi kendime, niçin Annette bir türlü evlenmedi? Onunla evlenmemiş olduğunuzdan dolayı, bilseniz ne kadar budalasınız, baylar! Bağışlayın beni ama tek tek hepiniz kadın konusunda kara cahilsiniz. Tartışmayı bu kadar sevdiğinizi doğrusu hiç bilmezdim, Bay Piyer!”

      Piyer en ufak bir sıkıntıya (hani şu, bir delikanlının genç bir kadınla ilişkilerinde pek sık rastlanan sıkıntıya) kapılmaksızın cevap verdi Prenses’e:

      “Kocanızla bile durmadan tartışıyorum. Niçin savaşa gitmek istediğini bir türlü anlayamıyorum çünkü.”

      Prenses canlandı hemen. Belli ki bu sözlerle onun hassas bir noktasına dokunmuştu:

      “Yaa!”