Лев Толстой

Savaş ve Barış I. Cilt


Скачать книгу

düşündü bir an. Sonra da parmaklarıyla sayarak “On üç, on dört, on beş, on altı.” dedi. “Tamam! Kesin, değil mi?”

      Aynı anda neşeli ve huzurlu bir gülümseyiş kaplamıştı yüzünü.

      “Kesin.” dedi Boris.

      Küçük kız yine sordu:

      “Ebediyen, değil mi? Ölünceye kadar?”

      Ve alabildiğine mutlu, delikanlının koluna girerek yandaki sigara içilen salona yöneldi.

      XI

      Aralıksız ziyaretlerden öylesine yorulmuştu ki Kontes, bundan böyle hiç kimseyi kabul etmemeye ve iyi dilek sunmak üzere gelecek ziyaretçileri akşam yemeğine beklediğini bildirtmekle yetinmeye karar vermişti. Bu kararın nedeni, sadece yorgunluk değildi aslında. Kontes, Petersburg’dan yeni gelmiş olan ve pek az görebildiği çocukluk arkadaşı Prenses Anna Mihailovna ile baş başa kalmak istiyordu.

      Bayan Karagina’yla kızı gittikten sonra, zarif ama üzgün çehreli Anna Mihailovna; sandalyesini Kontes’in sandalyesine yaklaştırarak şöyle girdi söze:

      “Seninle açık açık konuşacağım. Biz eski dostların sayısı gittikçe azalıyor! İşte bunun içindir ki senin dostluğuna her şeyden fazla önem veriyorum…”

      Burada Vera’ya bakarak susmuştu Anna Mihailovna. Kontes, dostunun elini tutup sevgiyle sıktıktan sonra evde pek sevilmediği belli olan büyük kızına döndü:

      “Vera! Nasıl oluyor da hiçbir şey anlamıyorsunuz sizler? Burada fazlalık ettiğinin farkında değil misin kuzum? Hadi sen de git kız kardeşlerinin yanına ya da başka bir şeyler yap, ne bileyim…”

      Katiyen incinmemişti güzel Vera. Küçümseyici bir gülümseyişle “Daha önce söylemiş olsaydınız hemen giderdim anne.” dedi.

      Ve kalkıp odasına yollandı.

      Tam sigara salonunun önünden geçiyordu ki içerideki iki pencereden her birinin yanında bir çiftin oturmakta olduğunu gördü ve durdu. Yine o küçümseme dolu gülümseyiş belirdi yüzünde. Sonya, Nikolay’ın hemen yanı başına oturmuştu; delikanlı bir şeyler kopya ediyordu onun için. Yazdığı ilk aşk şiiriydi bu herhâlde. Boris’le Nataşa ise öbür pencerenin önündeydiler. Konuşuyorlardı ama Vera içeri girer girmez sustular.

      Sonya ve Nataşa, suçlu ama mutlu bakışlarla süzüyorlardı Vera’yı şimdi. Aslında bu küçük âşık kızlar, sevimli ve dokunaklı bir görüntü oluşturuyordu; gelgelelim bu görüntü güzel Vera’da en ufak bir hoşluk duygusu uyandırmamış gibiydi. Nitekim sert bir sesle “Size kaç kere tembih ettim…” diye başladı söze. “Bana ait olan şeylere el sürmeyin lütfen. Yapacağınız işleri de kendi odanızda yapın.”

      Bir yandan da Nikolay’ın önündeki mürekkep hokkasını kaldırıp almıştı. Delikanlı; kaleminin ucunu son bir defa hokkaya daldırırken “Tamam, tamam…” dedi. “Bir daha dokunmayız senin eşyalarına.”

      “Hiçbir işi zamanında yaptığınızı görmedim…” diye devam etti Vera. “Biraz önce öyle bir girdiniz ki salona, bütün herkes sizden utandı.”

      Bu eleştirinin doğruluğundan hatta kesinkes doğruluğundan ötürü cevap vermediler Vera’ya ve kendi aralarında bakışmakla yetindiler. Vera ise bir türlü gitmek bilmiyor ve hokka elinde, konuşmaya devam ediyordu:

      “Sonra daha henüz çocuksunuz hepiniz. Nataşa ile Boris arasında ve siz ikiniz arasında ne gibi bir sır bulunabilir ki? Saçma sapan şeyler bütün bu yaptıklarınız!”

      Uzlaşma arayan tatlı bir sesle sordu Nataşa:

      “Peki ama bütün bunlar seni ne diye ilgilendiriyor Vera?”

      Küçük kızın o gün her zamankinden daha iyimser ve herkese karşı daha nazik davranma arzusunda olduğu görülüyordu. Ama Vera yanaşmayacaktı ödün vermeye.

      “Aptalca bir şey yaptığınız!” diye devam etti. “Sizin adınıza ben utanıyorum!”

      Nataşa öfkelenmeye başlamıştı artık.

      “Herkesin bir sırrı vardır…” dedi. “Biz gelip de Berg’le senin canını sıkıyor muyuz?”

      “Bir de sıkacaktınız yani!” diye karşıladı saldırıyı Vera, alaycı bir sesle. “Benim yaptıklarımda hiçbir kötü ve gizli kapaklı yan yok! Ama senin Boris’le neler yaptığın, gün gibi meydanda ve ben de bunu anneme söyleyeceğim…”

      “Natalya İlyinişna benimle hiçbir kötü şey yapmadı…” dedi Boris soğukkanlı bir sesle. “Bana daima iyi ve dürüst davrandı. Kendisinden en ufak bir şikâyetim yok.”

      Gururu kırılmış olan Nataşa, “Bırakın Boris.” dedi öfkeden titreyen sesiyle. “Diplomatlık yapmanıza gerek yok!” Diplomat sözcüğü, o çağda, gençler tarafından özel bir anlamda çok sık kullanılıyordu. “Öfkesini nedense hep benden çıkarıyor!”

      Sonra da Vera’ya dönüp ekledi:

      “Hiçbir zaman anlayamazsın bunu sen çünkü hiçbir zaman hiç kimseyi sevmedin, duygusuzsun, bir Madame de Genlis’ten137 başka bir şey değilsin!” Son derece onur kırıcı olarak kabul edilen bu ad, Nikolay tarafından takılmıştı Vera’ya. “En büyük zevkin de başkalarına cefa çektirmek!”

      Ve bir solukta söylediği şu sözlerle tamamladı konuşmasını:

      “Git, Berg’le istediğin kadar kırıştır şimdi!”

      Vera’nın cevabı hazırdı:

      “Orası benim bileceğim iş ama yapmayacağım bir tek şey varsa o da dünya âlemin gözleri önünde genç bir erkeğin ardından koşmaktır!”

      “Tamam, tamam.” diye araya girdi Nikolay. “Muradına erdin işte nihayet! Kustun içindekini, hepimizin keyfini kaçırdın. Umarım artık memnunsundur!”

      Vera’nın cevap vermesine fırsat vermeden ötekilere dönüp “Hadi, biz de çocuk odasına gidelim.” dedi.

      Ve dördü birden, ürkütülmüş bir kuş sürüsü gibi aynı anda fırlayıp kapıya seğirttiler.

      Vera’nın cevabı ancak orada yetişti arkalarından:

      “Asıl keyfi kaçırılan biri varsa o da benim! Bütün tatsız şeyler bana söylendi, bense hiç kimseye hiçbir şey söylemedim…”

      Kapanan kapının ardından sesler yükseldi:

      “Madame de Genlis! Madame de Genlis!..”

      Bütün herkes üzerinde bu tatsız ve sinir bozucu etkiyi uyandıran güzel Vera gülümsedi ve kendisine söylenenlere hiç mi hiç aldırış etmediği belliydi. Gülümseyerek aynaya yaklaşıp başörtüsünü ve saçlarını düzeltti. Yüzünü seyrederken bir kat daha duygusuzlaştığı, hemen fark ediliyordu.

      Salondaki sohbet koyulaşmıştı iyice.

      “Ah! Chère.”138 diyordu Kontes. “Benim hayatımda da tout n’est pas rose.139 Du train que nous allons,140 servetimizin uzun zaman dayanmayacağını ben görmüyor muyum sanıyorsun? Ve bunun suçu kulüpte, kulübün cömertliğinde… Taşrada bile şöyle bir durup oturmak yok ki bize, şöyle bir dinlenmek yok ki! Gösteriler, gezintiler, ziyaretler, av, şu bu derken günler geçip gidiyor… Neyse! Benim gailem anlatmakla tükenmez, tükense de bir işe yaramaz. Gelelim sana: Anlat bakalım, ne yaptın, nasıl hallettin? Seni gördükçe şaşırıyorum