Muhammed Ali Lâhûrî

Peygamberimiz


Скачать книгу

Münevvere’nin asıl ismi Yesrib’dir. Hz. Peygamber’in Yesrib’i ikametgâh olarak seçmesinden sonra buraya, “Peygamber’in Şehri” anlamına gelen “Medinetü’n-Nebî” denilmeye başlanmıştır. Medine de çok eski bir şehirdir. Bazı tarihi deliller de Medine’nin Mekke gibi, Milattan 26 asır önce kurulduğunu göstermektedir. Burada daha önce Amalika Kavmi yaşamaktaydı. Onlardan sonra Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleri gelmişlerdir. Peygamber Efendimiz, Medine’ye hicret ettiklerinde Medine halkı bunlardan oluşmaktaydı.

      Evs ve Hazrec kabileleri ensar adını alarak şereflenmişlerdir. Hz. Peygamber risaletin on üçüncü senesinde Mekke’den Medine’ye hicret etmiş, geri kalan zamanını burada geçirmiş ve vefat etmiştir. Medine, Mekke’nin kuzeyinde ve Mekke’ye 270 mil uzaklıktadır. Mekke’ye oranla daha ağaçlık ve ormanlıktır. Medine’de ziraat yapılırdı. Toprağı bereketli, suyu ise boldu. Meyve ağaçları çoktu. Kış ayları Mekke’den daha serin olur.

      Ad, Semud, Tasm ve Cedis, Arabistan’ın en eski kabileleridir. Ad ile Semud’dan ilahi kitapta bahsedilmektedir. Bu eski kabilelere “Arab-ı Baide” adı verilir. Nuh Kavmi’nin helak olmasından sonra bunlar tarih sahnesine çıkarak yükselmişler, Arabistan’ı aşarak Mısır’a kadar geçmişlerdir. Ad Kavmi yeryüzünden kaldırılınca, yerine yine aynı boydan olan Semud Kavmi yükselmiştir.

      Bunları müteakip asıl vatanları Yemen olan Kahtaniler tarih sahnesine çıktı. Medine’de oturan Evs ve Hazrec kabileleri bunlardandır. Bunlara da “Arab-ı Aribe” denilir.

      Daha sonra “Arab-ı Müstarebe” adıyla bilinen Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti gelir. Babasının aldığı emr-i ilahiye bağlı olarak Hz. İsmail ve annesi Hacer ile Kâbe’nin civarında bırakılmıştı. Bunlar bırakılırken Hz. İbrahim’in, hanımı Sare’nin etkisinde kaldığı söylense de bu söylentiler yanlıştır. Hz. Peygamber’in bir hadisinde Hz. İbrahim’in ilahi emir ile bunları bıraktığı belirtilmektedir. Kur’an-ı Kerim’in beyanatı da aynı doğrultudadır. Çünkü bu olayı takiben Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’in (a.s.) yıkılmış olan Kâbe’yi yeniden yaptıkları görülür. Bunu tamamladıktan sonra Hz. İbrahim ve İsmail, Allah’a duada bulunmuşlardır. “Ya Rabbi bunlara aralarından bir peygamber gönder.”16 demişlerdir ki bu dua Peygamberimiz’in gelişi ile hakikat bulmuştur.

      Hz. İsmail’in (a.s.) zürriyeti çoğalarak birkaç kabile meydana gelmiştir. Bu kabilelerden birisi Kureyş ki Nadir’in evlatlarıdır. Kureyş’te daha sonraları birçok aileye taksim olmuştur. Hz. Peygamber bu kabilelerden Haşimoğulları ailesinden gelmiştir.

      İKİNCİ BÖLÜM

      CAHİLİYE DEVRİ

      İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır. 17

      Bi’setten önce geçen zamana “Cahiliye Devri” diyen Kur’an-ı Kerim, yukarıda aldığımız ayet-i kerime ile açıklanması ciltler tutacak bir vaziyeti özetlemektedir. Ayet-i kerimenin tasvir ettiği manzara, Arap müşrikleri ile Yahudilerin ve Hristiyanların kötü durumlarını göz önüne çıkarmaktadır.

      Belki de bu ayet-i kerime dünyanın her tarafında, bu bozukluğun ve ahlak düşüklüğünün hükümran olduğunu ifade etmektedir. Böyle olmakla beraber, Bi’seti nebeviyye’ye tesadüf eden devrin bu hâlde olması, dünyanın hiçbir zaman daha iyi bir devir geçirmediğini göstermez. Ancak zaman zaman gönderilen peygamberlerle meydana gelen medeniyetler ve kavimlerin ahlaki durumlarında meydana gelen değişmeler hangi mahiyette olursa olsun, Bi’set-i nebeviyye öncesinde ahlak ve medeniyetten eser kalmamıştı. Bu sırada dünya milletlerinin tamamı gerçek medeniyet sahasından çok uzaklaşmışlardı. Ayet-i kerime umumi bir Peygamber’in dilinden dünyanın bu durumunu ifade ediyordu.

      Dünya’nın hâl ve hadiselerini kayıt eden ve herkese bildiren bir neşriyat ve matbuatda yoktu. Fakat dünyanın o zamanki durumu tetkik edildiği takdirde, Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) ve Kur’an’ın tasvir ettiği vaziyet, tarih sahifelerinde bir gerçek olarak tecelli eder. Bu sırada, Avrupa’nın güneydoğusunda muazzam bir Hristiyan devleti olarak ayakta duran Roma İmparatorluğu kelimenin tam anlamı ile barbardı. Asya kıtası, dünyanın diğer kıtaları içinde medeniyet beşiği olarak yerini almıştı. Din ve hikmet beşiği de olan bu kıtanın muhtelif memleketleri tetkik edildiği takdirde, bunların da ahlak fesadına düçar oldukları görülür. Doğunun eski irfan merkezi Hindistan çok kötü bir hâldeydi. Rezil, vahşice hareketler ve şer kuvvetler halka o kadar hâkim olmuştu ki fazilet sahibi insanlar bile çirkin lekelerden zor kaçarlardı. Çin ve İran da aynı durumda idiler. Muhtemelen bunun sebebi; yeryüzünde faziletkâr ve mübarek kişilerin eksikliği veya etkisizliğidir. Kurulan medeniyetler köhneleşmiş, yenileşme hareketlerinden eser kalmamış, her şey hurdaya dönmüştü. Kur’an-ı Kerim’de: “Zaman çok uzadı da insanların yürekleri katılmıştı.”18

      Zaman bakımından Peygamberimiz’e en yakın olan peygamber Hz. İsa’dır. İnsan şüphesiz İsa Peygamber’in dininden hiç olmazsa bir miktar ahlak parçasının kaldığını görmeyi ümit eder. Ancak yedinci asırda İsevilik ne hâldeydi? Bunu anlamak için Hristiyan yazarların vermiş olduğu bilgilere müracaat etmek gerekirse bu devri tasvir eden bir piskopos, ilahi emirlerin yerle bir olduğunu, insanlık hasletlerinin kalmayışından dolayı yeryüzünde gerçek bir cehennem kurulduğunu belirtmektedir. Sir William Muir da hemen hemen aynı görüştedir. “Yedinci yüzyılın Hristiyanlığı soysuzlaşmıştı. İhtilaflar ve ayrışmalar Hristiyanlığı çok kötü durumlara düşürmüştü. Eski zamanların saf ve geniş akaidini sonsuz hurafeler kaplamıştı.”

      İşte Hristiyanlığın genel durumu bu şekildeydi. Tevhit inancı çoktan unutulmuş, teslis19 (üçleme) yani bir’in üç olması, üç’ün bir olması belirsizliğini halletmek için birbirleri ile dövüşmeye koyulmuşlardı. Çeşitli ayrılıklar ve mezhepler ortaya çıkmıştı. Bunun için sayısız mücadele eserleri yazılmış, bunlar da insanları, dinin gerçek hedefinden tam manası ile uzaklaştırmıştı.

      Gibbon,20 Hristiyanların taassubu yüzünden yakılan İskenderiye Kütüphanesi’nden bahsederken şu düşüncelerini açıklıyor: “Aryus’un21 taraftarları Monofistlerin22 arasındaki tartışmalara dair yazılan yığın yığın kitaplar da İskenderiye hamamlarının külhanlarında yakıldı. Bir filozof ise bu hareketin insanlığa bir hizmet olduğunu belirtmektedir.” Hristiyanlığın hâkim olduğu yerlerde, içki, kumar ve fuhuş son derece yaygındı. Dozi, İmam Ali’nin (r.a.) Hristiyan bir Arap kabilesi olan Tağlib hakkında şu sözleri söylediğini nakleder: “Bunların Hristiyanlıktan öğrendikleri, şarap içmekten ibarettir.” Özetle, o zaman ilahi dinlerin sonuncusu olan Hristiyanlık iflas etmiş durumdaydı. Ahlaki bir düzen getirecek, iyi bir ortam oluşturacak birisine ihtiyaç vardı. Bundan başka bütün dünyada insanoğullarının düçar olduğu çöküş, yukarıda naklettiğimiz ayet-i kerimede olduğu gibidir.

      Acaba Arabistan ne hâlde idi?

      Bu sırada, Arap şiirinin en yüksek devrini yaşadığı şüphesizdi. Arapların İslam’dan önceki şiirleri, yüksek bir iktidar ve mahareti göstermekteydi. Buna rağmen Arabistan’da yazının pek kullanılmadığı doğrudur. Aslında yazıdan hiçbir fayda umulmuyordu çünkü Araplar şiirlerini bile yazı ile tespit etmiyorlardı. Cahiliye devrine ait olan Arap şiirleri sözlü olarak rivayet yolu ile sonrakilere intikal etmiştir. Ancak Muallakat’ın (Kâbe’ye asılanların)