Corci Zeydan

Ebu Müslim Horosani'nin İntikamı


Скачать книгу

Dahhâk’a şu soruyu yöneltti:

      “Horasan’da Emevilerin hâkimiyeti ne zaman durulacak?”

      Dahhâk derhâl şu cevabı verdi:

      “Balık kavağa çıktığı zaman! Efendim…”

      Bey, bu cevap üzerine kızına bakarak tebessüm etmeye başladı. Sanki ona, “Ben de sana böyle söylemedim mi?” demek istiyordu, sonra tekrar Dahhâk’a yönelerek hitap etti:

      “Bunu nasıl söylüyorsun? Emeviler hâlâ devletin sahibi değil midir? Birçok askere, zırhlara sahip olan halifeleri Şam’da bulunmuyor mu? Halifenin bu topraklara asker göndermeyeceğini, memleketi Kirmani ve arkadaşlarından kurtaramayacağını nereden biliyorsun?”

      Dahhâk büyük bir kahkaha kopardı:

      “Zavallı, Nasr bin Seyyar! Emevilerden yardım isteye isteye gerçekten asker gönderilmeyecek olursa sonunun pek tehlikeli olacağını bağırarak, uyararak söyledi. Çaresiz adamın sesi kısıldı. Bu durumu etkileyebilecek her yola başvurdu fakat hiçbiri fayda etmedi. Hatta bir şiir yazıp hilafet merkezine gönderdi. Bunda anlaşmazlığın pek ciddi bir şekilde baş gösterdiğini, isyan ateşinin her tarafa etki ettiğini, bu işin sonunun pek dehşet verici olacağını pek acıklı bir lisan ile Emevilere yazdığı, onlara açıktan açığa, ‘Uykuda mısınız? Anlamıyor musuz?’ dediği hâlde halife ne cevap verdi bilir misiniz?”

      “Bilmiyoruz acaba ne cevap verdi?”

      “Halife, asker yardımı yerine, işin başında bulunan dışarıda bulunandan elbette daha iyi değerlendirir. Elde bulunan imkânlar ile durumu yatıştırmaya gayret ediniz, cevabını yazmakla yetindi. Başka hiçbir yardımda bulunmadı.”

      Dahhâk bunu söylerken büyük bir kahkaha ile alay ediyordu.

      Bey şahsi görüşünün ne kadar doğru olduğunu anlatmak için tekrar kızının yüzüne bakmaya başladı. Gülnar ise bu sözlere bir türlü kanmak istemiyordu. Kanmak istememesinin sebebi de siyasi bir fikrin veya bir hâkimiyet arzusunun sonucu değildi. Gülnar, o yaşta her kızın hakkı olan sevmek hissi ile duygulu bir kalp taşıyordu. Gençliğini, pederine teslim etse bile kalbini Kirmani’nin oğluna emanet olarak bile teslim edemezdi. Çünkü o kalp kendisinin sevgisine layık bir adamı sevmek ile meşguldü. Bu adamı pederinin yanında yalnız bir kere görmüştü. Kendisine yöneltiği bir bakış, kalbinde büyük bir istek ve sevgi uyandırmıştı. Fakat aşkını pederine söyleyemiyordu. Çünkü kendisi nasıl seviyor ise o adamın da kendisini sevip sevmediğini bilmiyordu. Onun için susmayı tercih ediyordu.

      Bey bir işaret ile Dahhâk’ı savdı. Kızı ile yalnız kalınca:

      “Kızım kararımız bitti. Yazın, Kirmani’ye kesin bir dille uygundur cevabını göndereceğim. Artık bundan sonrası Allah’a kalmıştır. Hiç düşünme.”

      Fakat Gülnar sessiz durduğu sırada, o mehtaplı gecede, derin sessizlik arasında, uzaktan gelen hışıltı seslerinden sonra gece yolcularına ulumak alışkanlığı olan köpek sesini işiterek zihnen meşguldü. Biraz sonra bu ses beyin de kulağına çalındı. Kızının düşünceli hâlinden onun daha önce işittiğini anlayarak: “Galiba mehtapta bir kafile geçiyor.” dedi. Fakat ses, gittikçe yaklaşıyor, köpeklerin uluması da şiddetle artarak devam ediyordu. Bey ile kızı ise düşünceli bir sessizlikle duruyorlardı. Bey, Kirmani’nin ihtilal girişiminde başarılı olacağına emin gibiydi. Onunla bu evlilik sayesinde ne kadar büyük bir güç kazanacağını düşünüyor, kızının bu evliliği onaylamasından fazlasıyla memnun oluverdi. Kirmani’nin oğluna kızını isteyerek vermeyecek olursa, sonra ister istemez vermeye mecbur edileceğinden korkuyordu.

      6

      EBU MÜSLİM HORASANİ

      Çok zaman geçmeden deve, at, adam gürültüsü yakından işitilmeye başladı. Kölelerden bazıları beyin yanına koşarak büyük bir kafilenin köyün kenarında durduğunu, misafirhaneye inmek istediğini haber verdiler.

      Bey sordu:

      “Çok kalabalık mıdır? Nereden geliyorlar?”

      Köleler:

      “Yüz kişiden fazla bir miktarda… Beraberlerinde birçok deve, at var.”

      Bey:

      “Bu kadar kişi birden bize misafir olmak istemez zannerderim, herhâlde. Buyurunuz, deyiniz.”

      Köleler çekilip çıktılar. Biraz sonra onlardan biri dönerek “Kafileden bazı adamlar sizle görüşmek istiyorlar.” dedi.

      Bey, “Gelsinler.” diye cevap verdi.

      Gülnar, misafir geleceğini anlayınca kendi odasına çekilip, gitmek istedi. Pederi bırakmadı:

      “Sakıncası yok, sen de kal. Bakalım, bu gelenler kimlerdir?”

      Azıcık zaman sonra siyah kaftanlara bürünmüş gözlerinden başka bütün yüzlerini siyah bir kumaş ile örtülmüş iki adam salona girdiler. Bunların arkalarında iki adam daha omuzları üzerinde uzun bir bağ taşıyorlardı. Salona girince omuzlarındaki bağı yere indirerek bir tarafta durdular. İlk giren adam asillere mahsus bir tavır ve yürüyüş ile içeri girerek Farisi ile selamlaştı. Bey, bunların seslerini işitince birdenbire ürktü. Çünkü işittiği ses, tanıdığı bir adamın sesiydi.

      Ses sahibi, Gülnar’a bakmaksızın beye yaklaşarak selam vermişti. Bey, derhâl kim olduğunu anladı. Elinde olmadan ağzından “Abdurrahman…” sözü kaçıverdi.

      Gülnar, bu ismi işitir işitmez yüreğinin çarptığını duyarak gözleriyle sesin sahibini süzmeye başladı. Yüzü örtülü adamın göğsünün uzunluğu, bacaklarının kısalığıyla beraber kısa boyluluğu nazarıdikkatini çekiyordu. Misafirin yüzündeki örtüyü kaldırmasını bekleyerek yerinde oturdu kaldı. Yüzü örtülü şahıs, kendisini güzellikle kabul eden beyi daha fazla merakta bırakmak için yüzünü açtı, derhâl bakışlarında siyah ve berrak gözlü geniş alınlı, güzel ve sık sakallı, uzun saçlı, esmer, saf bir yüz3 görünüyordu. Gülnar bu çehreyi görünce karşısındaki delikanlının Abdurrahman bin Müslim olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Daha sonra Ebu Müslim Horasani adıyla şan ve şöhreti yayılan koca serdar, işte bu kısa boylu gençti. Biz de bundan sonra kendisini bu isim ile anacağız. Gülnar’ın, gönlünü kaptırdığı adamı böyle beklemediği bir zamanda, birdenbire görmesi üzerine yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

      Ebu Müslim’i daha önce sesinden dahi tanımakta güçlük çekmeyen Merv beyi ona bir kat daha saygı göstererek onu bir minder üzerinde oturmaya davet etti.

      Ebu Müslim mindere oturmakla beraber kendisi ile birlikte giren arkadaşına metin ve kalpten bir ses ile “Halit! Siz de geliniz, oturunuz.” dedi.

      Bey, bu ismi işitince sahibini tanımakta tereddüt ediyor gibi ona dikkatli dikkatli bakmaya başladı. Ebu Müslim bu dikkatli bakışın işaret ettiği manayı derhâl anladı:

      “Dostumuz Halit bin Bermek’tir. Tanımıyor musunuz?” diyerek tereddüdü ortadan kaldırmaya çalıştı. Bey gelen iki misafirden ikincisinin de büyük bir zat olduğunu bildiği için öyle apansızın karşı karşıya gelmekten biraz çekinerek sordu:

      “Nevbahar ateş tapınağının güzel reisinin oğlu mu?”

      Ebu Müslim cevap verdi:

      “Evet, Halit bin Bermek fakat hâlâ ateşgedeleri niye zikrediyorsunuz? Nevbahar gibi ateşhanelerin zamanı geçti. ‘La ilahe Muhammed!’ diyerek İslamiyetle şereflendirildik. Ateşe tapmaktan kurtulduk.”

      “Orası pek doğru. Şimdi hoş geldiniz, sefa geldiniz.”

      Bu