Abdülbaki Erdoğmuş

İslamsız Müslümanlık


Скачать книгу

eğitimi de gören Erdoğmuş, Diyanet İşleri Başkanlığında imam hatip ve müftülük görevlerinde bulundu. 1999 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerinde ANAP’tan Diyarbakır Milletvekili seçildi.

      Milletvekilliğinden sonra aktif siyasetten uzaklaşarak sivil siyaset alanında çalışmalar yaptı. Sivil-Siyaset Hareketi Koordinatörü olarak fikrî ve siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.

      Bu kitabı, Kur’an, irfan ve hikmet ehlinden büyük dedemiz Hafız Efendi (Hasan), onun misyonunu medrese geleneği üzerinden sürdüren (Molla) Ali Efendi ile Molla Abdulbaki Efendi (dedem) ve Seyda Molla Mehdi Efendi’nin (babam ve hocam) ruhlarına ithaf ediyorum.

      ÖN SÖZ

      Din, bir değerler sistemidir. Din öğüttür, nasihattir. Doğru, güzel, iyi olanı yapmayı (maruf); yanlış, çirkin, kötü olandan ise uzak durmayı/sakınmayı (munker) öğütler.

      “Oysa kendilerine yalnızca Allah’a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O’na iman ederek batıl olan her şeyden uzak durmaları; namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları ve karşılıksız infakta bulunmaları emrolunmuştu. İşte dosdoğru din budur.” (Beyyine/98:5)

      Asıl sorun; İslam’ın, biz Müslümanların düşünce, iman ve yaşamında nasıl tezahür ettiğidir çünkü İslam yaşam pratiği ile kendini gösterir. Allah ile doğrudan ve dini yalnız Allah’a has kılarak “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.”, “Vekil olarak Allah bana yeter.” inancının yaşamımızda karşılığı var mıdır?

      Allah’a imanımızın ve İslam’ın gereği olarak, Müslüman kimliğimizle insanlarla, diğer canlı varlıklarla, çevre ve doğa ile ilişkilerimizde adalet, merhamet, ahlak bakımından örnek ve medeni bir toplum olarak tanımlanabiliyor muyuz?

      Gerçekten de, “İnsanlar din hakkında yazar, savaşır, ölürler de din için yaşamasını bilmezler.” İtiraf etmeliyiz ki, Müslümanlar olarak yaşadığımız din, Allah’ın dini İslam değildir.

      İslam ile inşa edilen Müslüman toplum, “kendisi için istediğini başkaları için de isteyen, kendisi için istemediğini başkası için de istemeyen” özellikleriyle tanınmıştı. Yine “elinden ve dilinden insanların güvende olduğu” emin bir toplum örneği sergilemişti.

      Bugün de medeni toplumlarda buna benzer çok sayıda örnek vardır. Peki, Müslüman âleminde bunun toplumsal örneklerine rastlamak mümkün müdür? Müslümanlık geleneği devam etmesine rağmen İslam’ın adalet, rahmet ve ahlak ilkelerine ne oldu? Bu ilkelerin olmadığı toplumlar Müslüman da olsa, İslam söz konusu olabilir mi?

      Biz Müslümanların; öncelikle doğru bir insan olmadan, insanlık bilincini edinmeden, insani değerlere sahip olmadan, insanlığa hürmeti insanlığımızın zorunlu bir gereği olduğunu görmeden doğru ve medeni Müslümanlar olamayacağımızı bilmemiz gerekir.

      Müslümanlar olarak, bireyin; siyasi, dini, toplumsal, ailevi ve mahalle baskısı olmadan, kendi özgür iradesi, aklı ve bilgisi ile Allah’a inanmadıkça mümin olamayacağını bilmek zorundayız.

      Hakikati ifade etmek gerekirse, egemenlerin, yönetici ve politikacıların, din adamlarının, diyanet, cemaat ve örgütlerin geleneksel, tarihsel yorumlarla şekillendikleri bir dini “İslam” olarak yaşamaya çalışıyoruz!

      Peki, çoğunluk nasıl inanıyor ve nasıl yaşıyor?

      Şeyhinin; havuzlu villalarda, yalılarda, Mercedes içinde tasavvufu, sahabe hayatını yaşadığına inanan ve iradesini, manevi kurtuluşunu ona bağlayan milyonlarca Müslüman var. Parti Genel Başkanını “ulu’l emir”, siyasi liderini “İslam emiri”, devlet başkanını “peygamber halifesi” bilen milyonlarca Müslüman var. “Ümmetin vahdeti/birliği”, “İslam devleti”, “Hilafet düzeni” gibi iddialara inanıp uğruna cihad eden ve siyasal sorunların çözümünü “İslam kardeşliği”inde gören milyonlarca Müslüman var. Kadının okuma-yazma öğrenmesini, sosyal olmasını, çalışmasını, özgürce davranmasını, tek başına seyahat etmesini, mescitlere dahi gitmesini haram sayan ve bunun gereğini yapan milyonlarca Müslüman var. Geleneksel fıkhı ve saltanat uygulamalarını din/şeriat sayan ve günümüzde de uygulanmasını dini bir zorunluluk gören milyonlarca Müslüman var. Benzer anlayışları ve yaşam tarzlarını “İslam” bilen yüz milyonlarca Müslüman var. Müslüman olmamakla bunları itham etmiyorum. İnanç ve yaşam tarzlarını şirk veya küfür olarak da tanımlamıyorum. Bu anlayışların tamamını bir çeşit Müslümanlık olarak görüyorum ancak bu, asla İslam değildir.

      Okumayı, öğrenmeyi, düşünmeyi, akletmeyi, araştırmayı emreden İslam’da nasıl oldu da “şeyhlik” ve “din adamları” diye bir temsil ve ruhban oluştu?

      Bilginlerin, bilge insanların, bilim insanlarının yetiştirilmesini ve bilgi toplumunun inşasını öngören İslam’da nasıl oldu da cehalet, dinbazlık, yobazlık hâkim oldu?

      Allah’ın evren için seçtiği İslam; nasıl olur da bir devletin, cemaatin, partinin, örgütün, fırkanın, mezhebin, hizbin veya bir milletin temsilinde millileştirilebilir?

      Evet, Müslümanız ama dinimiz Allah’ın insanlık için seçtiği din olan İslam değildir.

      Elinizdeki bu kitapta yer alan yazılar muhtelif zamanlarda yazılan ve gözden geçirilen yazılarımızdan oluşmakla birlikte sonradan eklediğimiz yazılar da yer almaktadır. Yazıların çoğu kendi düşünce perspektifimizden sağlıklı bir din anlayışının oluşmasına katkı amacıyla kaleme alınmıştır. Bize göre Müslüman dünyanın bugünkü en temel sorunu; kendi yaşantısını ve kültürünü “İslam” diye sunmasıdır. Her kültür ve her çağ kendi dini yaşantısını “İslam” olarak kabul edip sunmuştur. Biz, tam da bu yanlıştan dönülmesi ve Allah’ın dininin kültürel ve yerel hegemonyalardan kurtarılması ümidiyle bu satırları yazmaya niyetlendik. Kitabın hazırlanması aşamasında katkısını ve emeğini esirgemeyen değerli hocam Prof. Dr. Mustafa Çevik’e ve Hamit Yavuz Beyefendi’ye teşekkürü borç bilirim.

      Allah’a ait olan İslam dini ile dini yaşantıların ve yorumların ayrıştırılması konusunda bir nebze de olsa duyarlılık oluşması ve kitabın doğru okuyucuyla buluşması ümidi ile…

      GİRİŞ

      İSLAM NEDİR, MÜSLÜMANLIK NEDİR?

      İslam ve Müslümanlık Arasındaki Temel Fark

      İlk bakışta İslam ve Müslüman aynı şeymiş gibi gelebilir. Bu temel kabul, düşünmeden, sorgulamadan ve duyarsızca geliştirilmiş haksız bir yargıdır çünkü böyle bir yargı, içinde “Müslüman eşittir İslam” gibi bir kabul içermektedir. Böyle bir kabul de, Allah’ın dinine haksızlıktır. Eğer İslam, bir kişinin, grubun veya milletin yaşantısında temsil edilecek bir din olarak kabul edilir ise din yani İslam dondurulmuş ve durdurulmuş olur.

      Her alanda olduğu gibi teori ile pratik birbirinden farklıdır. Matematikteki formüllerin doğruluk değeri teorik olarak yüksektir ama onları olaylara ve nesnelere uyguladığımızda teoriden ne kadar sapma olacağını kestirmek zordur. Teori ile pratik, ilke ile uygulama birbirinden ayrı tutulduğunda pratikteki hatalar ve sapma oranları ve hesaplamaları her defasında teoriye veya ilkeye dönüp düzeltme imkânı saklı kalır.

      Buradaki temel risk, uygulamanın teorinin yerine geçmesidir. İster dinde, ister matematik ve mühendislik bilimlerinde ve isterse hukuk, sosyoloji ve ekonomi gibi insan bilimlerinde uygulama, ilkenin yerini alınca artık içinden çıkılmaz hâle gelinmiştir; pratik olan, teorinin yerini almış demektir. Böyle bir durumda pratik olan, teorik olanı esir almış demektir.

      Hukuksal bir ilkeden veya değerden hareketle yapılan yasa veya o yasanın uygulanışı, eğer ilkenin yerine konulursa bir kültüre veya döneme ait uygulama ilkenin yerini alır. İlke ile uygulamanın yer değiştirmesi durumunda, bölgesel veya tarihsel olan bir uygulamanın, ilkenin yerini alması tehlikesi vardır. Fanatizm dediğimiz şey, esasında insanların kendi düşüncelerini veya uygulamalarını ilke yerine koyup kendisinin dışındakilere dayatmasıdır.

      Bu teori-pratik ilişkisi karıştırıldığında, din konusunda çok daha yaygın bir yıkıcı etkiye yol açabilmektedir. Bugün bir Müslüman grubun veya kültürün kendi İslami pratiklerini İslam’ın kendisi sanması tam da bu olayın yansıma biçimidir, denilebilir. Böyle bir yaklaşım bir grubun veya bir