Abdülbaki Erdoğmuş

İslamsız Müslümanlık


Скачать книгу

tamamen ayıklanması mümkün olmamıştır.

      Hangi gerekçeyle olursa olsun, Kur’an’ın devre dışı kalması dinî hayatı olumsuz etkilemekle kalmamış, dinî anlayışın değişmesine ve farklılaşmasına yol açmıştır çünkü kendisinde bir eksiklik ve şüphe olmayan hadisler değil, sadece Kur’an’dır. “Kendisinde hiç şüphe olmayan ve sakınanlar için bir rehber olan Kitab” (Bakara 2), “Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” (Enam 38), ayetleriyle bu durum açık ve kesin bir şekilde ifade edilmiştir.

      Ayrıca hadislerin ilahî bir güvencesi söz konusu değildir, güvence verilmiş olan sadece Kur’an’dır:“Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, (bütün tahriflerden) onu yine Biz koruyacağız.” (Hicr/15:9)

      Bugün de durum geçmişten farklı değildir. Şii, Sünni ve diğer gruplar hadis rivayetlerini ancak kendi görüşlerini teyit etmesi durumunda sahih kabul ederler. Mezhep, fırka ve siyasi görüş farklılıkları hadis rivayetlerinde de belirleyici olmaktadır.

      Hadislere ilişkin iddialar Kutsi Hadisler için de söz konusudur. Teorik olarak Resulullah’ın ilham yoluyla aldığı ve ilettiği bir vahiy olması mümkündür veya Hz. Peygamber’in kutsal kitaplardan nakletmiş olması düşünülebilir.

      Peygamber’in sağlığında Kutsi Hadis rivayetlerinin söz konusu olmadığı, yaklaşık bir asır sonra “Kutsi Hadis” adıyla ortaya çıktığı bilinmektedir.

      Hadis rivayetleri hakkında çok yönlü tartışmalar ve farklı görüşler olmasına rağmen “Hadis Külliyatı” çok kıymetli bir çalışmadır; hadis ilmi için başvurulacak en önemli kaynaktır. Hadisler için en temel ilkemiz “Kur’an’a arz” ilkesi olmalıdır. Bir hadis söz konusu olduğunda, onun rivayetinden ve sened kısmından önce, metninin ve anlamının Kur’an’ın ruhuna uygun olup olmadığına bakmak gerekir.

      4- Asr-ı Saadet

      Asr-ı Saadet ile Peygamber dönemi kastedilmektedir. Dört Halife dönemini ayrı tutmak gerekir. Ne yazık ki bu dönemde saadet bozulmaya yüz tutmuş; sivil, çoğulcu ve özgürlük zemini güven kaybetmeye başlamıştır. Halife seçimiyle başlayan hoşnutsuzluk, giderek ayrışmalara yol açmıştır.

      Hz. Peygamber’in sağlığında sahabe, her şeyden önce İslam’ı saf ve berrak bir şekilde yaşıyordu. İktidar odaklı, çıkarcı, siyasal bir programla değil, hayatın doğal akışında İslam’ı pratik olarak ortaya koyuyordu. Onlar için İslam doğal bir yaşam tarzına dönüşmüştü.

      Ashab, sivil, özgür, eşit, farklı olanların haklarıyla var oldukları, bilgi, irfan, hikmet, adalet, dayanışma, ahlak gibi insanlık ve İslam değerleriyle buluşan medeni bir toplum örneğini sergiledi.

      Kadın-erkek müminler imanda, kafir-mümin bütün insanlar ise farklılıklarıyla insanlıkta kardeş ilan edilmişlerdi. Peygamber bu gerçeği Veda Hutbesi’nde (konuşmasında) insanlığa duyurmuştur:

      “Ey insanlar! Biliniz ki Rabb’iniz birdir, atanız da birdir. Bütün insanlar Âdem’den gelmiş, Âdem de topraktan yaratılmıştır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a, beyazın siyaha, siyahın da beyaza hiçbir üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük ancak takva iledir…

      Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.”

      Veda Hutbesi, Hz. Muhammed’in 1400 yıl önce, karanlık bir çağda insanlığa sunduğu evrensel ilkelerden oluşur. İnsanın temel hak ve özgürlüklerini içeren, eşitliği ve adaleti esas alan bu hutbe, günümüzde geçerliliğini korumaktadır.

      Medine’de inşa edilen medeni toplumun en belirgin özellikleri; özgür birey ve açık toplum olmak, hukukun üstünlüğüne inanmak, başkalarının hak ve hürriyetlerini korumak, kendisi için istediğini başkaları için de istemek, güvenilir ve dürüst olmak, ortak iyilikte ve hayırda yarışmak gibi her çağda yaşanması gereken prensipler ve bu prensiplerin içselleştirilmiş olmasıdır.

      Eleştirel düşünme, özgür inanç, serbest dolaşım ve bilginin yaygınlaşması gibi medeniyet ilkeleri bu dönemde yaşam alanı bulmuştur. Sulhun, selametin, sükûnetin egemen olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Bu dönem her çağda örnek olacak bir modeldir.

      Ancak Asr-ı saadet dönemine geri dönüş iddiası gerçekçi olmadığı gibi mümkün de değildir. Bu yöndeki düşünceler, çabalar, çalışmalar bir hayalden öteye gidemez. Bizim için örnek ve model olan; o seçkin insanların İslam anlayışı, aracısız Allah tasavvuru, nübüvvet ve âhiret inancı, medeni yaşamları, samimiyet ve fedakârlıkları, yaşamlarının sadeliği, saflığı, şeffaflığı ve güvenirlilikleri gibi bütün zamanlarda geçerliliğini sürdürecek yüce ahlaklarıdır.

      Peki, acaba ne oldu da bu yapı peygamber sonrasında kabile ve aile egemenliğine dönüştü?

      Asr-ı saadetten sonra Müslümanlar olarak adım adım İslam’dan, dolayısıyla medeni yaşamdan ve bilgi toplumundan uzaklaşarak fırkalara, gruplara, hiziplere bölünerek ayrıştık. İktidar uğruna birbirleriyle savaşacak kadar düşman kamplara bölündük. Geriye ne Asr-ı saadet ne de medeniyet kaldı.

      Akletmek, sorgulamak, eleştirmek, müzakere etmek, ilim ve hikmette yarışmak yerine biatçı, itaatçı, teslimiyetçi bir anlayışın tutsağı olduk. Allah, İslam, Peygamber ve medeniyet tasavvurumuz değişikliğe uğradı. Allah ile aramıza aracılar girdi ve İslamsız Müslümanlığa evrildik.

      İlk Müslümanların en büyük avantajı çok iyi bildikleri, yakından tanıdıkları ve kendisinden emin oldukları Allah Resul’ünün aralarında olması, ilahi mesajı doğrudan ondan almalarıydı. Vahyi ondan öğrenirken pratiğini de onda görüyorlardı ve onu örnek alarak yaşamaya gayret ediyorlardı. Bu boyutuyla bizden çok avantajlı oldukları açıktır.

      Bizim de ilk Müslümanlardan daha avantajlı sayılabildiğimiz durumlar vardır. Bunlardan en önemlisi; parça parça, bölüm bölüm, sure sure veya ayet ayet inen ve yirmi üç yılda tamamlanan Vahiy’in bir bütünü olarak Kur’an ile muhatap olmamızdır. Kur’an ile tamamlanmış ve İslam olarak tanımlanmış, bütün kâinatı kuşatan ilkelerle çağlar ötesine ufuk açan bir sistem dini ile tanıştırıldık.

      Peygamberi tanımak yönüyle de ilk Müslümanlardan daha avantajlı olduğumuz düşünülebilir. Onlar yakınında ve birlikte oldukları veya belli zaman dilimlerinde indirilen ayetlerle onu tanırken biz Hz. Peygamberi doğrudan Kur’an ile tanıma imkânına sahibiz.

      Vahyin indirildiği ve tamamlandığı yirmi üç yıllık süreç içerisinde yaşanan zorluklarla, tehdit ve baskılarla, ödenen ağır bedellerle muhatap olmadan ve hiçbir eziyete maruz kalmadan elimize alabileceğimiz bir Kur’an’ın olması büyük bir nimet ve büyük bir avantaj değil midir?

      Resul-ü Ekrem ve ashabının, inşasında ağır bedeller ödediği Kur’an emanetini tamamlanmış ve tanımlanmış olarak hiç yorulmadan, emek vermeden devraldık. Elimizde tamamlanmış ve tamamlanması da en büyük nimet olarak sayılmış Kur’an-ı Kerim vardır. “Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim ve size olan nimetimi tamamladım; ve size din olarak (Allah’a) teslimiyeti (İslam’ı) uygun gördüm/seçtim ve razı/hoşnud