Abdülbaki Erdoğmuş

İslamsız Müslümanlık


Скачать книгу

din değildir ve İslam’ı asla temsil etmezler!

      Cüneyd-i Bağdâdî: “Tasavvuf yollarından yalnız Resulullah’ın izinde gidenlerin yolu, insanı kemâle ulaştırır. Başka yollar çıkmaz sokağa benzer,” der.

      Tasavvufa eleştiriler yöneltilebilir ancak tarikatlarla ortaya çıkan anlayış üzerinden tasavvufu eleştirmek doğru değildir. Tarihte temayüz etmiş şeyhlerin tamamını da aynı kategoride değerlendirmek yanlıştır.

      Bu konuda bin yıl önce Şeyh Abdulkadir Geylani’nin okuduğu hutbe dikkat çekicidir:

      “Yoksulun karnındaki bir lokma (bir yoksulu doyurmak),

      bin mescid inşa etmekten daha hayırlıdır,

      Kabe’ye örtü ve atlas giydirmekten de (daha hayırlıdır),

      Allah için kalkıp rükû (ibadet) etmekten daha hayırlıdır,

      Küfre karşı özveriyle ve keskin kılıçla cihad etmekten daha hayırlıdır,

      Sıcağın altında yıl boyu (bir ömür) oruç tutmaktan daha hayırlıdır,

      Yoksulun karnına inen un (lokma) artık güneş aydınlığı gibi parlaktır;

      Ey açları doyuranlar!

      (Sizlere) müjdeler olsun.”

      Bu hikayeden anlaşıldığı üzere tasavvuf, yalnız ibadet ve ritüellerden ibaret bir dini anlayış değil bunun ötesinde insana, doğaya ve canlı cansız bütün varlıklara karşı bir merhamet yaklaşımıdır.

      7- Ahlak

      Ahlak; Allah’ın bir mizan ile yarattığı ve insanı da içine alan kâinat nizamına uygun, uyumlu ve sorumlu yaşamaktır. Kâinat düzenini tahrip eden, bozan hiçbir davranış biçimi ahlakî kabul edilmez.

      Ahlaklı insan, bir dine, bir millete ve bir coğrafyaya ait olan değil, kâinat düzenine uyan, bu düzeni koruyan ve zarar görmesini önlemeye çalışan insandır. İnsan gibi her canlının ve doğaya ait bitki, su, hava, toprak gibi her varlığın yaşamsal alanı, sınırları, ihtiyaçları vardır. İnsana, alanlarını tahrip ve yok etmeden onlardan yararlanma izni verilmiş, bunun karşılığında saygı duymak, merhametle yaklaşmak, gerektiğinde ihtiyaçlarını karşılamak, hakkını, hukukunu koruma sorumluluğu da insana verilmiştir.

      Ahlak bir dinle veya dini aidiyetle sınırlandırılamaz. Dini ve manevi olarak da tanımlanamaz, dini veya dünyevi olarak ayrıştırılamaz. İnsanlar arasındaki ilişki biçiminden de ibaret değildir. Adalet ilkesi gibi insanlığın ortak paydası olarak, insan ve diğer varlıkların, insan ve evrenin ilişki biçimini de düzenleyen temel bir ilkedir.

      Yazar Ali Bulaç, “vahiy, temiz fıtrat ve selim akıl” olmak üzere ahlakın üç temeli olduğunu belirtir. “Vahiy Allah’tan gelir; fıtrat Allah’ın eşyayı ve canlıyı, bu arada elbette insanı üzerinde yarattığı ahenk ve normlar düzeni; akıl da doğru ile yanlışın, iyi ile kötülüğün arasını ayırmaya matuf ilahi bağıştır. Şu hâlde vahiy gibi fıtrat ve akıl da ilahi menşe’lidir, yani Allah’tandırlar.”2

      Din yokken ahlak ve ahlaklı insan vardı. Habil ile Kabil arasında yaşanan olayın esası da din ile değil ahlak ile ilgiliydi. Habil ahlaklı, Kabil ise ahlaksız insanı temsil eder. Dine ihtiyaç duyulmasının bir sebebi de insanın ahlaklı olmasına yardımcı olmasıdır. Bir dine mensup olmadığı hâlde ahlak sahibi nice insan olduğu gibi, bir dine mensup oldukları hâlde ahlak yoksunu nice insan vardır. Bir dini var diye insan ahlaklı sayılamayacağı gibi, dini yoktur diye ahlaksız da sayılamaz.

      Buna göre her dindar vicdanlı ve ahlaklı olmak zorundadır ancak her ahlaklı insan dindar olmak zorunda değildir. Dini olmasa da ahlakı varsa iyi insandır.

      Ahlak, insan olmanın, insan kalmanın zorunlu bir ilkesidir. Ahlakı önemsemeyen dindarlık anlayışının Müslümanları “ikiyüzlülüğe, çifte kişiliğe götürdüğünü ve bunun da dini tabirle riya ve samimiyetsizlik” olduğunu belirten Ali Bardakoğlu iyi (ahlaklı) Müslümanı şöyle tanımlamaktadır:

      “Şayet iyi Müslümandan söz edeceksek, güvenilir ve dürüst olma, doğruluk, çalışkanlık ve üretkenlik, temizlik, nezaket, hiçbir insanın sizin elinizden, dilinizden ve davranışınızdan zarar görmemesi, kendiniz için istediğinizi başkası için de gönül ferahlığıyla isteyebilme, yanı başınızdaki insanın hak ve hukukuna saygı, kamu malını emanet bilme ve koruma, kimsesizi gözetme, istikamet sahibi olma gibi ne kadar erdemli davranış varsa onların hepsinden söz etmeliyiz.”3

      Mümin kişi, doğru ve yanlışı, iyi ve kötüyü, çirkin ve güzeli, yarar ve zararı idrak ettiği andan itibaren ahlaklı davranmakla sorumludur. Akıl ve idrak devam ettikçe yaşamının sonuna kadar ahlaklı olmak, ahlaklı davranmak zorundadır. İnsan, akletme ve idrak etme melekeleri ile insanlığın bir sorumlu üyesi sayılmakta, bunların yok olması durumunda da sorumluluğu ortadan kalkmaktadır.

      Hz. Peygamber’in “Ben ancak güzel (mekarim) ahlakı tamamlamak için gönderildim” ifadesindeki güzel ahlaktan maksat; doğru, dürüst, güvenilir, saygın, onurlu, şerefli, evrensel ahlak ilkeleriyle uyumlu bir yaşamdır. Peygamber böyle bir yaşam tarzını göstermek ve düzenlemek için gönderildiğini söyler. Bu sözü teyit eden de Kur’an-ı Kerim’dir: “Sen kesinlikle güzel (azim) bir ahlak üzeresin.” (Kalem/68:4)

      Resul-ü Ekrem’in, vahiy ışığı ve güzel ahlakıyla rehberlik ettiği toplum; yeryüzünün örnek medeni toplumu olarak tarihin en parlak sayfasında yer almıştır. Bir toplum, sadece bir alanda örneklik göstererek ‘ahlaklı toplum’ tanımını hak etmez çünkü ahlak bir bütündür, kurumsallaşıp her alanda var olunca anlam kazanır. Ahlak, “birey ahlakı, aile ahlakı, meslek ahlakı, iş ahlakı, siyasal ahlak, çevre ahlakı, bilim ahlakı” olarak bir bütündür.

      Müslüman siyasetçi ve yöneticinin yaşam tarzı ve davranış biçimi de bu ahlaka uygun olmak, temsil ettiği veya yönettiği topluma karşı düzgün, dürüst, adil ve açık olmak zorundadır. Yalan söyleyerek, yalan vaadlerde bulunarak, yanıltarak veya aldatarak bir toplumu temsil etmek veya yönetmek İslam anlayışında ahlaksızlıktır.

      8- Ümmi

      En büyük ilahi mucize Kur’an olduğu hâlde Peygamber’den başka bir mucize beklemek veya peygamberin özellikleri arasında mucize aramak, imanda bir şüpheye düşmek değil midir?

      Kur’an’ın “oku” emrine muhatap olan bir peygamberin okuma bilmemesi nasıl düşünülebilir? Hem de nübüvveti boyunca okuma-yazma öğrenmemiş olması nasıl izah edilebilir? Peygamber’e böyle bir vasfı isnat etmek haksızlık olur.

      Kur’an’ın ilk emrinin “oku!” ile başlaması; cahiliyeyi, cehaleti ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Hz. Peygamber de böyle yaptı. Önce kendisi okudu, anladı ve anlatmaya başladı. Hz. Peygamber’den sonra bilgi toplumu olmayı başaramayan Müslümanlar, Hz. Peygamberi kendilerine benzeterek kısır, dar, karanlık anlayışlarına göre onu tanımlamaya başladılar.

      Cehaleti yenemedikleri ve cahiliyeden çıkamadıkları için cahiliyeye ve cehalete teslim oldular. Kur’an ortada dururken başka arayışlara girdiler ve bu yolda Hz. Peygamberi istismar etmeye başladılar.

      Hz. Peygamber’in Kur’an ifadesiyle: “Ben yalnızca sizin gibi bir insanım. Bana ‘ilahınızın tek bir ilah olduğu’ vahyolunuyor. Artık O’na yönelin; O’ndan bağışlanma dileyin! Ortak koşanların vay hâline!” (Fussilet/41:6) ayetine rağmen onu insanüstü ve ilahi vasıflarla öylesine kutsadılar ki “insan” olarak örnek alınmasına engel oldular.

      “Şüphesiz, sizden Allah’a ve