Abdülbaki Erdoğmuş

İslamsız Müslümanlık


Скачать книгу

yoktur. Onlar gibi bir sorumluluk yüklenmemize de gerek yoktur çünkü onlar, Resulullah’ı ve parça parça inen vahyi korumakla yükümlüydüler ve bunun için canlarını, ailelerini, mallarını ve sahip oldukları her şeyi feda etmek zorundaydılar.

      Bizlere, Kur’an tamamlanmış olarak intikal etti ve artık Allah’ın korumasındadır, biz olmasak da Kur’an korunacaktır.

      Allah’ın Resulü de aramızdan ayrıldığına göre onu korumak, onun hayatı için canımızı, ailemizi, malımızı feda etmek gibi bir yükümlülüğümüz yoktur. Bizim yükümlülüğümüz Peygamber örnekliğinde ve sünnetine uygun olarak Kur’an’ı; tıpkı Ashab gibi aynı iman ve samimiyetle okuyarak, tefekkür, tezekkür ve tedebbür ile anlayarak ve yaşayarak hayat kitabı yapmaktır.

      Bir hidayet ve karanlığı aydınlatan bir ‘nur’ olarak, yol gösterici bir kitap olan Kur’an, hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş ve hep öyle kalmaya da devam edecektir. Kur’an’ın nuruna ihtiyaç duyan bizleriz.

      Cahiliye çağında insanlar, edindikleri sahte tanrılar, kutsadıkları nesneler, ilim, irfan ve hikmetten yoksun bir yaşam sürdürürken Kur’an’la tanıştılar. Kur’an ilk vahiy değildi, Hz. Muhammed de ilk peygamber değildi. Tevrat, İncil, Zebur gibi kitap ve sahifeler biliniyor, İbrahim, Musa, İsa, Davud gibi peygamberler de tanınıyordu.

      Ancak kitaplar tahrif olmuş, sahifeler kaybolmuş, peygamberlerin yerini de kâhinler ve din adamları almıştı. Akıl ve bilgiden yoksun ve yoksul bir toplum ortaya çıkmıştı. Tahrif edilmiş ve uydurulmuş bir din ve putperestlik dahil çeşitli inançlarla hakikatlerin üzeri örtülmüş, yöneticiler, liderler ve din adamlarının ittifakı ile toplum sömürülüyordu.

      Karanlık bir çağda ve böyle bir ortamda akıl, ilim ve hikmetle hakikatleri ortaya çıkarmak, öğrenmek, anlamak ve yaşanır kılmak için Kur’an indirilmeye başlandı. Buradan da anlaşılacağı üzere; okumanın, bilginin, medeniyetin olmadığı yerde cehalet ve cahiliye vardır. İslam’da okumanın ve düşünmenin önemi şu ayetlerle vurgulanmaktadır:

      1. “Oku yaratan Rabb’in adına, 2. insanı bir yumurta hücresinden yaratan!

      3. Oku çünkü Rabb’in Sonsuz Kerem Sahibidir,

      4. (insana) kalemi kullanmayı öğretendir,

      5. insana bilmediğini belleten!” (Alak/96:1-5)

      İlk mesajın “Oku!” emriyle başlaması sıradan bir okuma emri değildir. Bu emrin “Kur’an okumak” anlamında olduğu görüşleri de eksik ve yetersizdir. Elbette emir, Kur’an okumayı ve anlamayı da içermektedir ancak henüz Kur’an indirilmemişken böyle bir emrin başka mesajlar içerdiği çok açıktır.

      Emri sadece “oku” anlamında yorumlamak da eksik ve yetersizdir. Aynı emrin, “düşün, tefekkür et, araştır, anla, anlat, ilet, okuma yap” gibi çok daha kapsamlı anlaşılması gerekir. Sonrasında gelen ayetler de bunu ifade eder. Öncelikle bir yaratıcıya ve onun yarattığı insanın yaratılışına dikkat çekilmektedir.

      Yaratıcının ismiyle, önce yaratıcıyı tanıyarak, onun en güzel biçimde yarattığı insanın yaratılışını düşünerek bir “okuma” yap. “Allah ile önce kendini tanı!” Kendi yaratılışını ve serüvenini bilmeden, öğrenmeden, üzerinde düşünmeden muazzam kâinat sistemini ve onun yaratıcısını bilmek mümkün müdür?

      İnsanın, kendi yaratılışının ve kendi hayatının anlamını kavramadan yaratıcısını hakkıyla bilmesi mümkün değildir. Yunus Emre “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır.” sözüyle okumanın önemini gözler önüne sermektedir.

      Hz. Muhammed’e isnat edilen bir sözde “kendini bilen Rabb’ini bilir” ifadesi hadis olmasa da ayetin anlamıyla uyumludur. “Kendini bil” söylemi Sokrates dâhil birçok filozofa da isnat edilmektedir.

      Ayrıca ilk ayeti “oku” ile başlayan Kur’an, ilmin kapısını göstermiş ve inananlara bu kapıdan içeri girmelerini emretmiştir. Buna göre her mümin, ilim kapısından içeri girerek Allah’ı, kendisini ve kâinatı bilmekle yükümlüdür.

      Bu bağlamda değerlendirildiğinde imansız bir İslam mümkün olmadığı gibi ilimsiz bir iman da yeterli değildir. İslam, medeniyet dinidir. Medenileşmek de ancak ilimle mümkündür. İlimsiz medeniyet, medeniyetsiz İslam olmaz.

      5- Mezhep

      Mezhep; takip edilen, gidilen yol demektir. Din anlayışındaki farklı yorumlardan ortaya çıkmış ve kurumsallaşmış beşerî oluşumlardır. Hedefe varmak için farklı yolların tercih edilmesi olarak da tanımlayabiliriz. Bu bağlamda dini hayatın farklı yorumlanması ve bu alanda farklı görüşlerin ortaya çıkması doğaldır.

      Sorun, mezheplerin kurumsallaşması ve din ile özdeşleştirilmesiyle başlamıştır. Zira Müslümanlar arasındaki anlayış farkı, görüş ayrılıkları yorum olmaktan çıkmış din halini almıştır.

      İslam’ın evrensel tanımından çıkarılarak yalnızca Müslümanların dini olarak kabul görmesi, mezheplerin ve meşreplerin, modern çağda da siyasi yapıların ve cemaatlerin dini olarak kurumsallaşmasına yol açmıştır.

      “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlarla senin hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, onlara yaptıklarını haber verecektir.” (Enam/6:159)

      Dini, bir mezhep ile biçimlendirmek ayrıdır, karşılaşılan sorunları bir mezhep aracılığıyla çözmek çok ayrı bir uygulamadır. Sosyolojik açıdan mezhepler, toplumsal gerçekliğimiz olmakla birlikte bizlere sunulan zengin birer bilgi mirasıdır.

      Tarihî bilgi ve tecrübeler insanlık için hep zengin bir kaynak oluşturmaktadır. Bizim de bu alanda yazılmış eserlerden, farklı görüşlerden yararlanmamız gerektiği çok açıktır. Ancak mezheplerin ve bu görüşlerin hiçbiri din değildir; İslam hiç değildir.

      Mezhep imamları olarak bilinen dönemin âlimlerini “mezhep kurucuları” olarak tanımlamak da doğru değildir. Onların içtihatları, görüşleri kabul görmüş ve “mezhep” olarak tercih edilmiştir. Farklı görüşleri olan yüzlerce âlimden az sayıda insanın görüşleri “mezhep” olarak bugüne kadar devam etmiştir. Bunun nedeni, tek başına bu imamların görüşleri de değildir. Egemen güçlerin baskıları, zulüm ve işkencelerinin de mezheplerin devamında büyük rolü olmuştur.

      Ebu Hanife, İmam Şafiî ve Ahmet b. Hanbel gibi mezhep imamlarının baskı altına alınmaları mezhep aidiyeti nedeniyle değildir. Yönetim sisteminin ve uygulamaların hukukiliğini tartışma konusu yapmaları ve hukukun icrasını talep etmelerinden dolayıdır.

      Hukuk adamı/bilgini olmanın gereği olan baş eğmeme dürüstlüğünü göstermeleri nedeniyledir. Hukuk dışı uygulamaları eleştirmeleri ve zulüm düzeninin adını koydukları içindir.

      Esas itibarıyla bu hukuk bilginlerinin hiçbiri bir mezhep kurma iddiasında da olmamışlardır. Mezhep, müctehid imamların talebeleri ve kendilerinden sonra gelen fukahanın seçtiği bir yoldur. Mezhep kurucuları da esas olarak bu fukahadır.

      Aynı durum tasavvuf geleneği için de söz konusudur. Hallâc-ı Mansûr, dönemin Şafiî mezhebine mensup kadısı İbn Süreyc’in karşı çıkmasına rağmen “En-el Hak” sözüyle “ulûhiyyet” iddiasında bulunduğu gerekçesiyle öldürülmüştür. Oysa öldürülmesinin gerçek nedeni, Abbâsîler’e karşı ayaklanmış olan Karmatîler’le iş birliği yaptığı iddiasıdır. Aynı dönemde ve aynı görüşlere sahip olan Bâyezîd-i Bistâmî’ye dokunulmaması, bu iddiayı güçlendirmektedir.

      Yöneticilerin birçok sufi ve âlimin idamına veya linç