Ахмет Мидхат

Acayib-i Âlem


Скачать книгу

üçüncüsüne gelince: Bu odanın dört duvarına dörder tabaka raf yapılmıştır ki her bir rafın genişliği birer metre olup birbirlerinden yükseklikleri de seksen santimetredir. Bu şekilde oluşan on altı raftan yalnız kapı tarafında bulunan dört tabaka en küçük raflar üzerine beş yüz cilt kadar Arapça, Fransızca kitaplar yığılmış olup diğer üç tarafın rafları üzerinde ise o kadar numuneler vardır ki bu derecesi hemen hiçbir kimsenin numunehanesinde4 görülmemiştir. Zaten bizde numunehanelere henüz tanık olunmuş dahi değildir ya? Suphi Bey’in rafları üzerinde ise türlü türlü ağaçların kütük kesitlerinden başlayarak böcek türünden olarak iğneler ucuna saplanmış haşerata varıncaya kadar maden, bitki ve hayvan numuneleri dopdoludur. Hele İstanbul civarında bulunan her tür böcekleri, kuşları ve birçok türden bitkileri Suphi Bey bizzat toplayıp kurutmuş ve bitkilerden kurudukları zaman renklerini kaybedenleri de doğal rengine göre boyayıp sürekli denilebilecek bir şekle koymuştur.

      Şu boyama konusunun ardından haber verelim ki Suphi Bey, güzel sanatlardan ressamlığa bayağı maharetli olup numunehanesinin bir büyük kısmını teşkil eden resimler bir aralık kara kalem şeyler iken bunların sergiledikleri letafeti verecek renklerin eksik olmasını hiçbir şekilde uygun göremediğinden Beyoğlu’nda ve İstanbul tarafında en mükemmel hususi kütüphaneleri gezerek ve birçok ilim ve marifet sahibi ile görüşerek adı geçen resim ve tasvirleri bir kere doğal renklerine göre boyadıktan sonra her renk yağlı boya ile ayrı ayrı resimlerini de yapmıştır. Bundan dolayı mesela çiçek numuneleri arasında sapları üzerinde karanfiller görürsünüz ki bunları boyayıp taze hâline koyduğu gibi onun yanında el kadar bir levha üzerine kaç cins ve kaç renkli karanfil tabiatta mevcut ise hepsinin birer resmini dahi yapıp asmıştır.

      Raflardan birisi dahi bilimsel aletlere mahsus olup bunlar arasında bir adet mükemmel mikroskop ile epeyce mükemmel bir de gözlem dürbünü vardır. Hele elektrik makinesi pek küçük bir şey ise de son usul üzere yapıldığı için bayağı büyük makinelerin görecekleri işleri dahi görebilir. Bir tane hava boşaltma makinesi edinebilmek için Suphi Bey’in bir oda döşemesi satmış olduğu meşhurdur. Bu saydığımız aletler gündelik incelemeleri için en fazla lazım olan şeyler olup bunlardan başka Suphi’de gözlemlerde ve diğer hikmetli işlerde kullanılmak için birçok aletler dahi vardır.

      İkametgâhtan ikamet edeni de tanımak için ev içine ilk atfetmiş olduğumuz şu bakış yeterlidir. Zaten hikâyemizde Suphi Bey’in bu kitaplar, numuneler ve aletler içinde ne şekilde ömür geçirmiş olduğuna dair birçok bahislere girişilecektir. Dolayısıyla evinin bu şekilde intizamından başka büyük kız kardeşinin vefatıyla bir de dadısı makamında bulunan bir ihtiyar Arap cariyeyi mücavirlik5 suretiyle Hicaz’a gönderdiği zamandan, yani yedi seneden beri bu eve hısım akraba namıyla kadın erkek hiçbir kimsenin girmemiş olduğunu ve Suphi Bey’in tek başına yaşadığını haber verirsek vereceğimiz ilk bilgileri tamamlamış oluruz.

      Hicabi Efendi yukarıya çıktığı zaman Suphi Bey, kendisini bu kütüphane, numunehane ve alethane tutulan odaya aldı ve oturması için bir kırık koltuk işaret ederek dedi ki:

      “Siz benim gibi zeytin ekmek ile akşam yemeği yemeye alışmamışsınızdır. Burada öyle lokanta filan da yoktur. Bir miktar balık tedariki mümkün ise de bizim üç tavuktan ikisi beş on gündür yumurtlamakta olduklarından epeyce taze yumurta birikmiştir. Siz biraz kendinizi eğlendirmeye çalışınız. Ben de size âlâ tereyağı içinde bir yumurta pişireyim.”

      “Birader beyefendi! Eğer benim için hiçbir zahmete girmezseniz daha ziyade teşekkür ederim. Filozoflukta ben de sizden aşağı kalmam. Hiçbir şey öğrenmedim ise bari yemekten maksat lezzet almak olmayıp sağlığı korumak olduğunu öğrendim. Bu yüzden yumurtanın muhafaza edeceği sağlığı zeytin ekmek de muhafaza edebilir.”

      “Pek doğru söylediniz. Zaten bir haftadan beri yumurtaların birikmesini temin eden şey de bu düşünce değil midir? Fakat artık bugün biraz dışarıya çıkmış ve iskele bakkalında güzel tereyağı görmüş olduğumdan bu akşam canıma bir de ziyafet çekmek için bir miktar yağ alıp yumurtaların konulmuş oldukları dolaba koymuştum. Fakat zamanı yumurta pişirmek ile geçirmekten sizinle sohbet üzerinde geçirmek daha tatlı olduğundan haydi şu yumurtadan vazgeçelim de zeytin ekmeğimiz ile kanaat edelim.”

      “Bu hâl benim için daha büyük bir saygı ve ikram sayılır.”

      Suphi Beyefendi’nin bu sözlerinden anlaşılan hâl ve tavrı eğer yapmacık ve ikiyüzlüce bir şey olsa idi dünyada ondan çok alaya değer hiçbir adam düşünülemezdi bile. Ancak Suphi Bey’in bu hâli, tavrı ve konuşma şekli kendisi için o kadar tabii bir tarzda idi ki bunda yapmacığa, ikiyüzlülüğe benzer hiçbir şey görülmedikten başka hakikaten birçok seneden beri dünyadan el çekerek şöyle bilim âleminde kendi kendisine yaşamakta olduğu anlaşılırdı.

      İki ahbap karşı karşıya oturarak Hicabi Bey sigarasını yaktı ve Suphi de nargilesini tazeledi. Nargileyi sigaraya tercih etmekteki hikmet ise bir defa tazelenen nargilenin bir saatten fazla devam ederek bu yüzden oyalamasının daha fazla olmasından ibaretti.

      Başlangıç olarak dereden tepeden bazı sözler edildikten sonra Hicabi Bey dedi ki:

      “Size pek ciddi bir şey söyleyeyim mi? Şöyle kitaplar, numuneler, bilimsel aletler içinde geçirmekte bulunduğunuz ömür hakikaten gıptaya değer bir ömürdür. Âdeta tabiat âlemi içinde yaşamaktasınız.”

      “Ne dediniz? Ne dediniz? Tabiat âlemi içinde yaşamaktayım mı dediniz?”

      “Öyle ya? Şu oda içinde her ne görmekte isem hep tabiat âlemini inceleyecek şeylerden ibarettir.”

      “Bazı kadınlar görürsünüz ki şapkasının üzerine bir tavus tüyü asarlar. Böyle bir tüy asmakla o kadını tavusa sahip sayar mısınız?”

      “O ne demek?”

      “Onun ne demek olduğunu pekâlâ anladınız. Tabiat âleminden benim inceleyebildiğim şey bir tam tavusa nispetle bir tüy kadar da değildir. Ah! Cenab-ı Kadir-i Kayyum Hazretleri’nin milyonlarla, milyarlarla sayılması mümkün olamayan sanat eserlerini ve acayip yaratıklarını incelemek nerede, ben nerede!”

      Suphi’nin bu ahı hakikaten can azaltıcı idi. Öyle bir ah ki ancak âşık olanlarda görülür. Hatta bu aha Hicabi dikkat ederek biraz da gülümsedi.

      Suphi ise hiç sözünü kesmeyerek eliyle bir levhayı işaret etti ki onun üzerinde nice bin böcek kuruları iğneler üzerine saplanmış idiler. Onu göstererek dedi ki:

      “Şu böceklerden en adisini alınız. Mesela kunduz böceği ki çocukken elbette siz de ayağına iplik takarak bir hayli uçurmuş ve böcek uçar ve siz koşarken elbette birkaç defa ayağınıza taş, topaç iliştirerek düşüp burnunuzu da kanatmışsınızdır. İşte o en adi böceğe elinizde şöyle bir ibret nazarıyla bakınız. Bu bir böcek üzerinde yapılması lazım gelen incelemeleri yapıp bitirmeye acaba insan ömrü yeter mi? O renkler nedir? O letafet nereden geliyor? Bir de böceği şu mikroskobun altına koyunuz da genel durumunu dıştan seyretmekle rengine, letafetine hayran kaldığınız tüylerini birer birer seyrediniz. Bakınız her bir tüyü bir tavus tüyüne ne kadar üstündür. Aman ya Rab! Yine meraklarımı kışkırttınız! Ah! Ya Cenabıhak beni kör yaratmalı idi veyahut tabiat kanununu böyle bir milyon adamın aklı bir yere gelse aciz kalacak kadar engin yapmayıp yaratık çeşitlerinin fertlerini azaltarak incelemesi mümkün olabilecek bir şekilde yaratmalı idi.”

      Suphi Bey şu sözü o kadar âşıkça ve kendinden geçmişçesine söylemişti ki Hicabi Efendi evvelki tebessümden âdeta pişman olarak bu koca adamın hâlini büyük bir ehemmiyetle seyretmeye lüzum