Ахмет Мидхат

Acayib-i Âlem


Скачать книгу

yok olmasın da başkaları onu hayretle seyretmekten mahrum kalmasın.”

      Suphi’nin şu sözü kendisinin vapurdaki beyler nezdinde deli mi yoksa eşsiz bir bilge mi olduğunu ölçmeye vesile olabilirdi.

      Hicabi Bey, Suphi Bey’i zaten tanıdığı için kendisinden aldığı şu cevaptan şaşırmadı. Fakat bundan önce Suphi’nin bu derecelere ulaşmış olduğunu tam anlamıyla incelememiş olduğundan şimdi kendisinden şu cevabı alınca Suphi’nin bir hayli ilerlemiş bulunduğu fikrine kapılarak işte bunu takdir etti.

      Tabiatın incelenmesine ne kadar âşık olduğuna dair Hicabi’nin Suphi’ye söylettiği sözler şundan ibaret kalmadı. Özetle Suphi’nin tabiat âleminden gözlemlerinin pek az olmasından başka daha fazlası için imkânın da müsait olmamasından pek ziyade umutsuz kaldığı hakkındaki bir sözü üzerine demişti ki:

      “Seyahat etmekte bulunduğunuz incelemeler âleminde birkaç adım daha fazla atabilmek için ne yapmak lazım olduğunu düşünüyorsunuz?”

      “Ne yapmak lazım olduğunu mu düşünüyorum? Pek sade bir şey! Benim gibi meraklı olan fakat benim kadar incelemelere muvaffak olamamış bulunan bir adam için şu oda içinde gördüğünüz eşyanın en az iki bin beş yüz üç bin lira kıymeti vardır. Ben iki bine razıyım, o parayı alıp bunları vererek sonra o para ile seyahate çıkmalıyım. Ah seyahat ah!”

      “Ya ömrünüzü sarf ederek biriktirdiğiniz bu numunelere sonradan acımaz mısınız?”

      “Azizim bunlar birer hikâye kitabına benzerler. Bir kere okur lezzet alırsınız. Yazarın yüce fikirlerini ve filozofça muhakemelerini daha güzel incelemek için bir daha okursanız belki daha fazla lezzet alırsınız. Üçüncü, dördüncü defasında ise artık o hikâyeyi ezberlemiş olursunuz. Dolayısıyla bütün ömrünüzü yalnız bir kitabı tekrar tekrar okumakla sarf etmek istemezsiniz ya? Elbette onu satıp başka eserleri dahi görmek istersiniz. Eğer tabiat âleminin muhteviyatının yalnız şunlar olduğuna inansa idim bu odayı bütün dünyaya bedel sayarak hiç de buradan ayrılmayı hatırıma bile getirmezdim. Şu elde bulunan numuneler üzerine incelemelerin son derecesine varmaya çalışarak ömür tüketirdim. Lakin âlemde daha neler var! Ah seyahat! Ah seyahat!”

      Suphi Bey bir yandan bu sözü söylemekle beraber diğer taraftan eli gayriihtiyari sağ tarafında bulunan okkalık bir ekmeği koparmaya uzandı. Kopardığı parçayı ağzına attı. Çiğnemeye başladığı zaman misafiri de hatırına gelerek dedi ki:

      “Ha! Sahi! Yemek vakti geldi. Rakı falan zevkiniz midir?”

      “Estağfurullah!”

      “Aferin size! Çağdaşlarımız arasında işrete6 müptela olmayanları pek az görmekle üzülüyorum. Efendim işret insanı zihnî meşguliyetlerden menediyor. En büyük lezzet ise zihnî meşguliyetlerden oluyor. Kendisini sersem bir hâlde bırakmaktan ne lezzet alıyorlar bir türlü akıl erdiremiyorum. Haydi buyurunuz yemek yiyelim.” diye Suphi yerinden kalktı. Okkalık ekmeği yakalayarak içeriki odaya gitti. Hicabi de arkasından gidip evvelce tarif ettiğimiz masanın başına oturdular. Kaşar peyniri, tulum peyniri, Kayseri pastırması, zeytin, havyar falan hep birer kap içine konulmuş oldukları hâlde orada hazır idiler. İkisi de istediklerinden birer miktar alarak yemeye başladılar.

      Yemek esnasında söz yalnız insanoğlunun heveslerinin artmasının kendisini yormaktan başka bir şeye yaramadığı tarzında birtakım felsefi düşüncelere dairdi. Hicabi Efendi bunları tamamen dinledikten sonra tasdik makamında dedi ki:

      “Ona şüphe yok. Sade giyinmiş bir adam hangi yerde olsa oturmakta hiçbir tekellüfe ihtiyaç görmez. Güzel giyinmiş bir şık ise oturabilmek için mutlaka bir sandalyeye muhtaç olup sandalye bulunmayan yerlerin hepsi kendisine gurbet diyarı kadar garip gelir. Bununla beraber heveslerin bu derecesi vardır ki yine insanı yormaksızın refahını tamamlayabilir. Mesela bir lokanta bulunarak yemek vakti oraya gitmek ki mutfak, aşçı derdi ve vekilharcın hırsızlıkları endişesi olmaksızın insan istediği gibi karnını doyurabilir.”

      “Doğrudur efendim! Lakin lokantaya külbastı ısmarlayıp da bir saat beklediğiniz hâlde sabır ve takati tüketerek hiddetle kalkıp yürüyüverdiğiniz yok mudur? Böyle yerlerde insan parası ile bir mihnet altına girer. Bununla beraber burada öyle bir lokanta bulunsa devama katlanırdık. Lakin o da yok. Bereket versin ki yok da biz de o külfetten azadeyiz.”

      Suphi Efendi hakkında buraya kadar almış olduğumuz malumattan anlaşılmış olan hâllerinin hususiyeti asla ifrat ve tefrite yorulamazdı. Çünkü bu yolda yaşamak için nefsine hiçbir zahmet vermeyip âdeta dünyada yaşayış bundan ibaret olmak üzere memnun bir şekilde şu azadelik hâlinde bulunurdu. Onun için dünyaya gelmekten murat, Rabbani sanatları seyretmekten ibaret olup yemek içmek, giyinmek kuşanmak gibi şeyler ise ilahi sanat eserlerini seyretmek ile ruhunu gıdalandıracak olan insanın vücudunu da muhafaza için lazım gelen sebeplerden sayar ve bunlar ne kadar sade ve kolay elde edilir olurlar ise ömürden asıl istifade için o kadar çok zaman kazanmış olacağını hükmederdi.

      Yemekten sonra tekrar kütüphaneye geldiler. İspirto ile kahve pişirmek de Suphi’nin en sade keyif sebeplerinden olmasıyla ispirtoya ateş verildi. Ve onun mavi ve saf ışığı özel bir neşe ile seyredilerek kahve pişip içildikten sonra yine konuşmaya devam edildi.

      Hicabi dedi ki:

      “Demincek ‘Ah seyahat!’ diye bir tahassürde7 bulunuyordunuz. Seyahat külfetine katlanmaktan ise odanız içinde bütün âlemi gezmiş olsanız yeğ değil midir? Çünkü bugünkü günde basın o kadar ileriye gitmiştir ki bütün tabiat âlemini ciltler içinde toplayabiliyor. Türlü türlü resimler ile tasvir dahi ediyorlar. Mesela Dr. Schweinfurt’un Afrika Seyahatnamesi elde dururken insan artık Afrika’ya gitmedim, görmedim diyebilir mi?”

      “Doğru söylüyorsunuz. Bugün insan bir Avrupa dilini bilirse gerçekten bütün incelemecilerin yaptıkları incelemeleri kitaplarda görebilir. Lakin bu neye benzer bilir misiniz? En güzel bir yanaktan yahut en latif bir dudaktan buseyi ben alırım da size dahi yalnız şapırtısı ile lezzet almanızı teklif ederim. İşte ona benzer! Acaba Dr. Schweinfurt’un Afrika’da vahşilerin doğal yaşamları içinde o zamana kadar emsalini görmediği bitkiler ve hayvanları incelediği sırada aldığı lezzeti onun kitabını okuyanlar alabilirler mi? Bu nedenle o lezzeti ben de istediğim gibi almalıyım. Maşukam bulunan tabiat dilberini istediğim gibi kucaklayarak sarmalıyım. Bu ise ancak seyahat ile olur. Ah seyahat! Bin defa tekrar ederim, bin defa tekrar ediyorum, bin defa daha tekrar edeceğim, diyeceğim ki ah seyahat!”

      Hicabi Bey, Suphi Bey’in yüzüne büyük bir dikkatle bakarak o koca filozofun hâlleri hakkında zihninden bir anda bin şey geçtiği hâl ve tavrından anlaşıldıktan sonra dedi ki:

      “Seyahat için gösterdiğiniz bu heveslerin beni de heveslendirmeye başladığını söylersem inanır mısınız?”

      “Cenabıhakk’ın yaratıcı kudretinin sırlarını ölçmeye vesile olan tabiat kanununa siz de âşık mısınız?”

      “Vallahi beyim! Benim tabiat bilimleri ile hiç iştigalim yoktur. Ayıp değil a! İnsan cehaletini bilir ise bari kendisini katmerli cehaletten kurtarmış olur. Bununla beraber ben de ömrümü beyhude geçirmedim. Ben de bizim İslam âlemimize ilgisi olan ilimleri gördüm. Şimdi ise anlıyorum ki her ilim bir hakiki maşuka ulaşmak ve hiç olmaz ise yaklaşmak için bir yoldur. O hakiki maşuk ise…”

      Hicabi Bey sözü bu vadiye dökünce Suphi’nin hâli bütün bütün başkalaştı. Başındaki saçları dimdik kesilip marpuç dahi elinden düştü. Parmaklarıyla saçlarını birkaç kere taradı. Filozofun bu hâlini görünce Hicabi Bey de sözünü keserek onun yüzüne bakmaya başladı.

      Suphi