Ахмет Мидхат

Acayib-i Âlem


Скачать книгу

demincek güzelliğe, cemale dair söylediğiniz iki söz dahi zihnimi hayli genişletmişti.”

      “Evet! Gerçekten güzel yüz sevilir. Çünkü güzellik denilen şeyin neden ibaret olduğunu şimdiye kadar hiçbir bilge, hiçbir şair, hiçbir ressam anlamamıştır. Yüzü oluşturan ayrıntıların birer birer girişlerine uygun ağız, burun, göz, kaş, çene ve dudak falan hep bir araya getirilse ihtimal ki yüzüne bakılamayacak kadar acayip bir şahıs oluşturur. Hâlbuki bu ayrıntıların her biri onlar hakkında edilen övgülere uygun olmadığı hâlde bir yüz görürsünüz ki onda güzellik görünüp insan baktıkça doyamaz! Doyamadıkça bakar! Bu güzellik işte ezelî güzellikten aksetmiş bir nurdur. Kâinat içinde türlü türlü renkler göze letafet verirler. Fakat sakın hükmetme ki gül pembesi denilen renk asma filizi denilen renkten daha güzeldir. Keza havai mavinin kanarya sarısından güzel olduğuna hükmetmek gibi bir hatada dahi bulunma! Bunların hepsi sevgilinin yüzünü oluşturan ayrı ayrı vücut azaları gibidirler. Asıl renklerin güzelliği ise güneş ışığından ibarettir. Bu müfredat9 üzerinde insanın gözlerine parlaklık veren güzellik, hakikaten güneşin ışığından ibarettir. Zira o güneş ışığı söndükten sonra onun yerine bir başka ışık koymuş olsalar o gül pembe de asma filizi de kanarya sarısı da havai mavi de insana âdeta bembeyaz, yani renklerin yokluğu olarak görünürlerdi. Bu acayiplik fizik bilimiyle açıkça sabittir.”

      “Of! Hikmetleri ne güzel açıklıyorsunuz.”

      “Ah! Bunu açıklayan ben değilim! İlahi yaratış kanununa benden evvel, benden fazla âşık olan araştırmacılar böyle açıklamış da işte ben size naklediyorum. Kısacası azizim tek güzellik ezelî ve ebedî güzelliktir. Hem kıyas etmeli ki bu güzellik dahi yaratan değil yaratılandır. Cemal sahibi, kâinatın hâkimi hazretleri o güzelliğin dahi yaratıcısıdır. İşte güzelliğe âşık olmak var ise o güzelliğe âşık olmalı. Hakiki vuslat var ise ona ulaşmalı!”

      “Tıpkı bizim tasavvufta öğrendiğimiz adaptan söz ediyorsunuz. Ulaşma yolları başlangıçlarında birbirinden başka göründükleri hâlde gide gide hepsi bir yola vardıkları gibi ilimler ve mesleklerin tümü dahi hep o amaçlanan umumi hedefe yönelmiş olduklarını anlatmak istiyorsunuz değil mi?”

      “Evet! İşte benzerini de arz edeyim: (parmaklarını pergel gibi açıp işaret ederek) Pergel ile şöyle bir daire çizersiniz. Merkezi yok mu? Farz ediniz ki amaçlanan umumi hedef işte o merkezdir. Bu daireyi gözünüzün önüne koyduğunuz zaman usulen size en yakın olan taraf ‘güney’, önünüzde bulunan taraf ‘kuzey’, sağ tarafınız ‘doğu’ ve sol tarafınız da ‘batı’ sayılır. Şimdi söz konusu daireyi doğudan batıya, kuzeyden güneye ikişer yarı bölgeye ayırmak üzere iki çizgi çekiniz. Bu hâlde dört çeyrek daire meydana gelir. Bu çizgilerden kuzeyden güneye gelen çizginin bir ucu kuzey kutbu, diğeri de güney kutbu farz edilsin. Doğudan batıya giden çizginin dahi bir ucu doğu ve diğer ucu batı noktaları sayılsın. Sonra farz ediniz ki bir adam doğudan batıya ve diğeri batıdan doğuya gidiyor. Bunların ikisi aynı yöne yönelmiş sayılırlar mı? Ne gezer? Birbirinin tamamıyla zıddına gidiyorlar. Keza birisi kuzeyden güneye ve diğeri güneyden kuzeye giden adamlar da birbirinin zıddına birer istikamet almışlar demektir. Hâlbuki gidiş yönleri işte bu kadar birbirinin zıddı olan adamların hepsinin amaçladıkları hedef gide gide hep bir merkeze çıkar!”

      “Aferin koca Suphi!”

      Hicabi bu sözü söyledikten sonra içinden kendi kendisine de şu sözü söyledi:

      “Sana deli diyenler delidir ey misalsiz bilge!”

      Suphi sözüne devam ederek dedi ki:

      “Yalnız dışı görmekle kalanlar güya küçük şeylere ehemmiyet vermeyerek büyük şeylerle uğraşmak kibirlenmesine kapılıp ‘Acaba tabiat Tanrı’nın ta kendisi ve Tanrı bizatihi tabiat mıdır?’ diye öyle bir denize dalarlar ki nihayet kendi evham dalgaları arasında helak olup giderler. Acele etmeyelim a kardeşim! Acele etmeyelim! O yüce mertebelere varmadan evvel kafa yoracak daha nelerimiz vardır! İlimlerin hepsi hakikate ulaşmak için birer yoldur demiştik. Düşünelim ki ‘hesap’ dediğimiz bilimlerin anahtarı10 ‘sayılardan bahseder’ diye hemen söyleyip geçiveriyoruz. Sayılar ise birden başlarmış. Bereket versin ki sıfırdan başlar diyenler dahi bulunmuş. Hâlbuki sıfır denilen şey varlık ile yokluğun buluşma noktasıdır. Sıfırın üst tarafında ne kadar sayı, varlık işaret edebilirlerse sıfırın alt tarafında dahi o kadar sayı, yokluk işaret ederler. Şu artı (+) işareti bir hikmetten dolayı icat olunmuş ise ya bu eksi işareti hikmetsiz olarak mı işaret olunmuş? Sıfırın üst tarafındaki varlığı birler, binler, milyonlar, milyarlar diye nihayet kentilyonlara kadar saymışlar. Fakat zihninize bununla kanaat gelir mi? Kentilyonun üst tarafı yok mudur? Ezelî ve ebedî varlık kendisinden ibaret olan umumi maşuk, o umumi maksuda nispetle hiç varlık denilen şey kentilyonda son bulur mu? Yirmi bir basamaktan ibaret bulunan bir kalem rakamın varlığa son vermesi haddine mi düşmüş? Bu rakamları yirmi bir değil yüz bir bin bir hatta kentilyon bir derecesine kadar ulaştırsalar yine varlığa son verememiş olurlar. Ama sayılarda böyle sonu bulunamayacak kadar olan miktarlara zihni sevk etmek insanı çıldırtırmış. Çıldırtır ya? Günde bir buçuk kıyye11 rakı içerek bir beyin iltihabı ile çıldırmaktan ise işte bu hakiki keyif ile çıldırmalıdır. Sayıların varlığı böyle kentilyon kere kentilyon basamaklı rakamlar ile dahi sınırlanamayacağı gibi yokluğu da böyle sonsuzdur. İşte bilimlerin anahtarı olan bir hesap ilmi her şeyden önce insana ebedîlik ile ezelîlik arasındaki oranı bu şekilde gösteriyor. Bu yüzden hesap ilmi amaca ulaşma yollarından birisi sayılmalıdır.”

      “Hakkınız var azizim! Hatta amaca ulaşmak demek dahi ‘bilgiyi hakkıyla bilemedik’ demekten ibarettir, değil mi?”

      “Öyle ya? Bundan sonra geometriye geçelim. En evvel önümüze doğru çizgi çıkar değil mi? Acaba bu doğru çizgi geometri kitabında gördüğümüz kadar yani birkaç parmak uzunluğunda bir çizgiden ibaret midir? Yok! O çizgiyi uzatabilmek mümkündür. Öyle değil mi? Bir metre kadar uzatabiliriz. Bin metre kadar uzatabiliriz. Birkaç bin kilometre kadar uzatabiliriz. Daha fazla uzatabiliriz. Sonu, nihayet bulunmayacak kadar uzatabiliriz.”

      “Öyle ya! Mesela güneşe en uzak olan yıldızların yörüngelerinin çapı kadar uzatabiliriz. Mesela bizim küremizden en uzak yıldızların belirledikleri uzaklığa kadar uzatabiliriz ki akılları kaçırtacak bir süratle yol alan ışık bile o yıldızlardan bize kadar ancak birkaç yüz senede gelebilir. Hâlbuki o doğru çizgi de uzayı evvelce bilmek için bir mukayese unsuru, bir ölçü bile sayılamaz. Zihnimizi uzaya doğru sevk edelim efendim! Ama zihnimiz yorulmuş! Ama bu tahayyüle dimağımız tahammül edemeyerek çıldırır imişiz! Ne yapalım? O zaman dahi cinnetimizle övünür ve ondan lezzet alırız!”

      Cankulağıyla Suphi’yi dinlemekte olan Hicabi Bey bahsin böyle yükselmesi üzerine öyle bir derinden göğüs geçirdi ki göğsü gümbür gümbür gümbürdedi!

      Suphi ise sözüne şöyle devam etti:

      “Ulaşılması imkânsız olan iki son ucu göstermek… Hayır! Göstermek denilemez! İnsanın acizlik ve şaşkınlığının önüne koymak hususunda hesap ile geometrinin bir oluşlarına ne dersiniz?”

      “Hepsi bir demek mi ya?”

      “Evet hepsi birdir elbet! Hele o ela gözlü kozmografyaya, belalı astronomiye göz atarsak!.. Ah! Kâinat içinde darı tanesi kadar kalmayan şu dünyanın üzerinde küçüklüğü insanı çıldırtacak derecede kendimi gördükçe ilahımın haşmetli büyüklüğüne karşı ne tatlı bir mahviyet ile mahvolup giderim!”

      “Ey! Bunlarla seyahat