belirtmeyerek annesinden bahsederdi. “Hayır kızım!” Her vakit yalnız bu cevapla kanaat ederken bu gece uykusunda galiba bir rüya ile başlayan bu bahsi takip etmişti: “Pek mi uzaklara gitti? Oradan gelmek zor mu bey baba?” O, cevap vermeyerek başını sallamış, bu iki suali tasdik etmişti. Çocuklara mahsus bir inatla o mutlaka bir cevap istiyordu: “Öyleyse biz oraya gidelim, olmaz mı? Baksanıza o gelmiyor, hiç, hiç, bir gün olsun gelmiyor…” Sonra babasının sükût ettiğini görerek birden küçük çıplak kollarını yorgandan çıkarmış, onun başını çekerek, ağzını kulaklarına yapıştırarak, kandilin titrek ve karanlığa benzeyen ziyası altında, etraftan gizli bir şey söylüyormuşçasına hafif, bir kuş nefesine benzeyen sesiyle “Yoksa öldü mü?” demişti. Bu hakikat birinci defa olarak ağzından çıkıyordu. Sonra minimini parmağını uzatarak ve babasının gözlerinden akan birer katre çekingen yaşı silerek ilave etmişti: “Lakin siz ölmeyiniz, babacığım, siz ölmezsiniz, değil mi?”
O, çocuğu teskin etmiş, yatağına zorla yatırarak örtüsünü üstüne çekmiş fakat yanından ayrılamayarak saatlerce, sessiz, uyumasını beklemişti. Çocuk o gece bütün içini çekerek nefes almıştı.
Geceleri onu bir müddet yanından ayıramaz, beraber yatardı. Şimdi bile Nihal’le Bülent aralık kapısı daima açık duran, yanında bir odada yatarlardı; daha ötede mürebbiyelerinin -ihtiyar Mlle de Courton’un- odası vardı. Yalnızlık bu baba ile kızı o kadar sıkı bağlarla bağlamıştı ki ancak birbirinin havası muhitinde yaşamaktan haz alabiliyorlardı; mürebbiye, Nihal’den ziyade Bülent’in bir arkadaşıydı. Gece Nihal, Bülent’in uykusunu bekler, kadınla beraber çıktıktan sonra babasıyla yalnız kalmakta garip bir lezzet bulur, güya hayatının bir türlü dolmayan boşluğu içinde babasıyla böyle baş başa kalış kalbinin bütün ıssız köşelerini saadetle dolduracak bir samimiyet kazanırdı.
Adnan Bey kızıyla bu refakat hayatının tafsilatını görürken etrafına, odasına; hatıralarının, kızıyla beraber geçen saatlerin sessiz şahitlerine bakıyordu. İşte, ta odanın karşı duvarını boydan boya kaplayan yüksek, geniş, oyma cevizden, tek parça camlı kapaklarıyla kütüphane, bütün vakur, iri kitaplarla dolu; ötede kapıya karşı, yan tarafta bir vakitler merak edilerek toplanmış güzel yazılardan mürekkep zengin bir levhalar mecmuası ki karmakarışık fakat perişanlığında gözleri okşayan latif bir zevk ile tertip edilerek duvarı kaplamış; sonra diğer duvarlarda, son merakının yadigârı: Oyulmuş tahtadan minimini hücreler, resim çerçeveleri, mendil kutuları, aralarından kurdeleler geçirilerek tutturulmuş yelpazeler, ta ortada büyük bir parça kök üstüne kabartma çıkarılmış bir ihtiyar başı… Bugün, bu şeyler ona tuhaf bir nazarla bakıyorlar gibiydi.
Duvardaki oymaları uzun uzun seyrediyordu. Bu ufak tefek şeyler, Nihal’in yanında, işte şurada, yeşil kalpaklı lambanın altında geçirilen muhabbet ve merhametle dolu bütün saatlerin mahsulleriydi.
Adnan Bey elini uzattı, masanın üstünden daha tamamlanamayan Nihal’in çehresini aldı. Bu henüz bitirilmemişti; henüz ne saçlarının, simasını ipekten bir çerçeve içine alan dalgaları ne de nahif çehresinin hastalıklı süzgünlüğü belliydi fakat o, yüzüne baktıkça kendisine ağlamak arzusunu veren hasta simayı şu müphem çizgilerin arasından tam bir açıklık ile görüyordu.
Ah! Nihal’in o yaşamaktan şikâyet ediyor zannolunan sarı, sarılığında uçucu bir pembeliğin aldatıcı neşeleri hemen solacak bir gül inceliğiyle titreyen hazin çehresi! O hasta iken sizi yalancı gülüşlerle aldatmaya, etrafındakileri sahte bir saadet içinde iğfal etmeye çalışan, derinliklerinde hastalıklı ruhu ağlarken gülen gözleri… Bunları bütün manalarıyla görüyordu. O vakit kızının hastalıklarını, o sinir buhranlarını, o ta ensesinden başlayarak haftalarca devam eden baş ağrılarını hatırlıyordu…
Birden karşısında, Nihal’in bu hazin simasını ağlayarak kendisine bakıyor zannetti. Bir dakika içinde, hayatında bugünün silinmiş olmasını arzu etti. Evet, bugün silinmiş olmalıydı, bugün de bütün diğer günler gibi netice vermeyen mücadelelerle geçmeliydi, mağlup olmamalıydı fakat şimdi yapılmış olan müracaat geri alınmayacak bir adım gibi görünüyordu; onu değiştirmeye, geçilmiş olan mesafeden geri dönmeye imkân bulmak hatırına gelmiyordu. O ağlayan hastalıklı çehrenin arkasında diğer bir çehre, siyah saçlarıyla, uzun kaşlarıyla, iri, mahmur gözleriyle, şiir ve gençlik dolu bir çehre ona çıldırtıcı tebessümlerle gülümsüyordu.
Nesrin kapıdan görünerek haber verdi:
“Geldiler efendim!..”
Nesrin’in arkasında Nihal’in sesi işitildi:
“Baba!” diyordu. “Siz bizden evvel mi geldiniz?”
Kuşaksız, açık mavi elbisesinin içinde yaşına nispetle uzun duran ince vücuduyla, zarif bir keçi yavrusu çehresinin inceliğini hatırlatan süzgün simasıyla Nihal koşarak içeri girdi; iki elleriyle babasının iki ellerini tuttu ve potinlerinin ucuna basıp yükselerek alnını babasının dudaklarına uzattı.
“Siz bizi başınızdan savar, kaçarsınız, öyle mi? diyordu. “Nereye gittiniz bakayım?.. Niçin bize çıkacağınızı söylemek istemediniz?.. Şimdi Beşir’den haber aldık. Oh! Benim minimini Beşirciğim, bana hepsini haber verir…”
Babası gülerek dinliyor; o durmaz dinlenmez çocuklara mahsus bir kıpırdaklıkla kâh masanın üstünde bir şeye dokunarak kâh elleriyle eteklerine vurarak, ağzından çıkan her kelimeye bir hareket katarak söylüyordu:
“Biz de ne iyi eğlendik. Bilseniz, bugün matmazelin bütün tuhaflığı üstünde idi. Bülent’e kendi çocukluğunda tanıdığı bir dilencinin hikâyesini anlatıyordu. Ne tuhaf! Bu bir ihtiyarmış ki bir büyük parça ekmeği…”
Nihal anlatırken ince, arasından güneş geçebilecek zannolunan nahif ellerini birbirine birleştiriyor, ağzına götürerek güya koca bir parça ekmeği küçük ağzının renksiz dudaklarıyla yutuyordu.
“İşte böyle! Matmazel yaparken görmelisiniz ki… Bülent’i bilirsiniz ya? Çıngırak gibi kahkahasıyla gülerken bütün bahçe halkı bize bakıyordu. Matmazele söyleyelim de sofrada size de yapsın babacığım…”
Şimdi babasının dizlerine dayanarak halının üstüne diz çökmüş, Bebek Bahçesi’ndeki seyranlarını, en küçük tafsilata kadar, fikri oynak bir kelebek gibi oradan oraya sıçrayarak anlatıyordu. Sonra birden lakırtısının arasında ciddi bir çehre ile sordu:
“Siz nereye gittiniz, söyleyiniz bakayım, siz bizden gizli nereye gittiniz?”
Düşünmeksizin “Hiç!” dedi, sonra bu cevap, bu yalan ağzından çıkar çıkmaz zapt edilemeyen bir utanç ile kızardı, düzeltmeye lüzum gördü:
“Kalender’e!”
O, birden, sinirleri hastalıklı çocuklara mahsus garip bir sezgi ile bu yalanı keşfetti.
“Değil babacığım, işte, işte, kızarıyorsunuz, demek bizden saklamak istiyorsunuz.”
Ayağa kalktı, sahte bir küskünlük vaziyetiyle başını eğerek, dudaklarını kabartarak, gözlerinin eğri bir bakışıyla babasına bakıyordu. Şimdi, hemen şu dakikada, hiçbir şey hazırlamaksızın, hiçbir ihtiyata teşebbüs etmeksizin bu masum çocuğun karşısında, semavi bir mahluk huzurunda vicdanını temize çıkarırcasına, hepsini söylemek, göğsünün üzerinde bir taş ağırlığıyla duran hakikati bu zayıf kızcağızın önüne atmak için kaçınılmaz bir ihtiyaç duydu. Elini uzatarak Nihal’in bileğinden tuttu; bu ince, içinden bir kadın vücudu çıkabileceğine ihtimal verilmeyen nazik bir dala benzer nahif çocuğu kendisine çekti; parmaklarını küçük başının üstünde ipekten bir