Халит Зия Ушаклыгиль

Aşk-ı Memnu


Скачать книгу

bir Türk evine getirdiğinizden emin misiniz?”

      İhtiyar kız hülyasında aldatılmış olduğuna bir türlü kanaat edememişti. İşte, senelerce Türk kibar hayatının içinde yaşamış iken hâlâ kalbinde bir şey o farz edilen Şark hayatının mutlaka mevcut olmasına inanmak ister.

      Aradığının tersini bulanlara mahsus bir şevk kırılmasıyla daha birinci günü dönmek emelini duymuştu; dönecekti, eğer o gün soluk, süzgün, hastalıklı simasıyla iki senedir ikide birde değişen bu mürebbiye çehrelerinden bezgin, yorgun bir vaziyetle gelen, ona minimini elinin ince parmaklarını dokunaklı bir teslimiyet manasıyla uzatan Nihal için kalbinde derhâl bir derin merhametle karışık bir muhabbet hissetmemiş olsaydı…

      Onun sevmek için büyük bir ihtiyacı vardı: Dünyada annesini tanıyamamış, babasını sevememiş, kimse için gönlünde bir bağlılık duyamamış olan, sevmekten mahrumiyet içinde çırpınan bu biçare kalbin yaşlanmış bekareti daima sarf olunacak bir şey arar; etrafında bulunan çocukları, bulunduğu evin hizmetçilerini, kedisini, papağanını dost eder; bunlara yüreğinin o saklanmış hazinesini dökerdi, fakat bir gün bu söylenen şeylerde, birden açılan bir boşluk keşfederek, kalbinden akan muhabbet selsebilinin nasıl çorak bir kum sahrasına döküldüğünü acı bir açıklık ile görerek beş dakika evvel dostları olan çocuklara, hizmetçilere, kedilere, papağana düşman olurdu.

      O gün Nihal’in elini elinden bırakmayarak “Küçüğüm, bakayım gözlerinize!..” demiş ve Nihal uzun, uçları yukarıya kıvrık, bakışına garip bir yorgunluk hâli veren sarı kirpiklerini kaldırarak mavi gözlerinde bahar safiyetiyle parlayan bir tebessümle yüzüne bakınca Mlle de Courton kılavuzuna dönerek birden karar vermişti:

      “Evet, kalıyorum!..”

      Ertesi gün bütün ev halkıyla dost oluyordu. Lisanlarını anlamaksızın, yalnız ona gülerek “Matmazel!” deyişleri için Şakire Hanım’a, Şayeste’ye, Nesrin’e kalbinde derhâl muhabbet duymuş; o zaman henüz paytak paytak yürüyen Cemile’yi yerden kaparak hoplatmış; Beşir’in, ortasında küçük bir çukuru, çehresine daimî bir tebessüm dalgalarını seren çenesini okşayarak “Oh! Minimini siyah mücevher!..” demiş idi. Adnan Bey’in terbiyesinden, zarafetinden pek hoşnut idi; özellikle o, sofrada kendisine karşı takayyüt7 belirtileri göstermişti. Behlûl için o kadar açık bir eğilim duymamış olmamakla beraber belirli bir soğukluk da hissetmemişti. Fakat bütün bu ev halkının üstünde hatta Nihal’den ziyade, muhabbeti evin hanımına teveccüh etti.

      Nihal’in annesi hasta ve Bülent’e gebe idi. Mlle de Courton evin içinde en son onu tanıdı. İki gün sonra onu Adnan Bey refakat ederek hastanın odasına götürmüştü. Tabipler hastanın yürümesini, gezmesini yasaklıyorlardı; genç kadın odasında geniş bir koltuk içinde penceresine mahkûm idi. Hastayı, beyaz elbisesinin, sarı saçlarının arasında daha solgun görünen ince, zayıf çehresiyle görür görmez ihtiyar kızın kalbinde derhâl bir merhamet uyanmıştı. O gün hasta şüphesiz iki senedir görülen mürebbiye çehrelerinin sezdiremedikleri itimadı, ihtiyar kızın elli senelik bir saffet hayatıyla neşeli ve dingin duran simasından duyarak hazin bir tebessümle ve kocasının aracılığıyla “Ümit ederim ki Nihal sizi çok sıkmayacak.” demiş idi. “Biraz şımarıkça büyüdü fakat tabiatında bir mazlumluk var ki şımarıklığının fazlasını affettiriyor. Ben bir hayli zamandan beri onunla meşgul olamıyorum. Hatta bilmem ne için, belki bensiz kalıverecek korkusuyla onu mümkün mertebe görmemek, düşünmemek istiyorum. Nihal size yetim kalmış bir çocuk hükmünde bırakılıyor demektir. Siz onun için bir öğretmenden ziyade bir valide olacaksınız…”

      Bu sözler ölmekten ziyade çocuğunu yalnız bırakmaktan korkan bir valide tesiriyle, titrek bir sesle söylenmişti. Mlle de Courton, Adnan Bey’in tercümesini dinlerken bu sözlere hastanın ruhunu katmak isteyerek gözlerini, üzerinde rica eden bir tebessümün dalgaları uçan hastalıklı simadan ayırmıyordu. Son cümle onun kalbinde en hassas, en ziyade titremeye eğilimli bir teli canlandırdı: Valide… Nihal’in validesi olmak fikri hayatının bütün mahrumiyetleri içinde en acısıyla o kadar samimi bir irtibata sahip idi ki… Kadınlık emellerinden feragat etmiş bütün biçare kadınların kalbinde her türlü mahrumiyetlerin gözyaşları sükût edebilir fakat bunlardan biri, analıktan mahrum kalmış olmak acısı, daima zehirden birer katre ile damlayan kapanmaz bir yaradır. Zannolunur ki tabiat kadınların ruhuna boş kalmaya tahammül edemeyen bir beşik koymuştur. Bu ihtiyar kızın da ruhunda böyle boş bir beşik, o beşiğin yanında hiç olmazsa boşluğunu uyutmak isteyen bir ananın ağıt türünden ninnileri vardı. Birden, hastanın o son sözüyle bu boş beşiği dolmuş zannetti ve bugünden başlayarak merhametle karışık bir muhabbet onu hastaya meftun etti.

      Mlle de Courton’un asaletin vakarına karşı feda olunamayan birtakım hisleri vardı. Bunlar, Adnan Bey’in evine kapılanması esnasında hükmünü icra ederek birkaç esas şartın kararlaştırılmasına sebebiyet vermişti: Çocuğun adi hizmetlerine karışmayacaktı, giydirilmesine nezaret edecekti fakat yıkanmasına müdahale etmeyecekti, kendisinin yalnız nefsine ait bir odası olacaktı, şöyle yapılacaktı, böyle edilecekti… Bu esas şartlar resmî bir anlaşma kadar ehemmiyetle sayılıp belirlenmişti. Hastayı gördükten sonra o gece Mlle de Courton çocuğu yatırmadan evvel ayaklarını yıkamak için Nesrin’den sıcak su istedi. Nesrin bilhassa ayaklarından pek ziyade gıcıklanan Nihal’i güldürerek yıkarken bir aralık Mlle de Courton bütün asalet vakarını unuttu. Nesrin’in yanına oturarak ve ıslanmamak için yenlerini çekerek ellerini leğenin içine soktu; bu minimini beyaz şeylerden birini alarak, okşayarak, gıcıklayarak, Nihal’i fıkır fıkır güldürerek, güya Nesrin’e ders verdi. Nihal için bir valide olmak fikri bütün o esas şartları feshedilmiş bir nüsha hükmüne getirmişti.

      Her gün öğleye yakın, derslerini bitirdikten sonra, çocuğu alır, hastanın odasına gider, bir dakika bir yerde duramayan Nihal ortalığa karıştırırken o, hastanın karşısında gülümseyerek otururdu. Bu iki kadın yalnız gözlerinin sessiz ifadesiyle birbirine kalplerindekilerini dökerlerdi. Böyle ne kadar açık sükûtlarla birbirinin ruhunu duymuşlar, görüşemeksizin ne demek istediklerini anlayarak dost olmuşlardı.

      Bülent doğduktan sonra hastada o kadar güçten düşme eseri görünmeye başlamıştı ki herkesle beraber Mlle de Courton da çocukların annesiz kalmaya mahkûm olduklarını anlamıştı. Hasta iki sene, bir camekân içinde yavaş yavaş kuruyan nazik bir bitki gibi güya damla damla can vererek sürüklendi; nihayet Nihal bir gün mürebbiyesiyle Büyükada’ya; Adnan Bey’in ihtiyar halasına gönderildi. Çocuk, orada geçirdikleri on beş gün zarfında hiçbir kere ne annesini sormuş ne evi aramış idi. Yalnız döndükleri gün birden, kendisini karşılayan yaşlı gözlerin karşısında hakikati anlayarak bağırdı:

      “Anne!.. Annemi görmek isterim!..”

      Sonra etrafında cevap vermeyerek yüzlerini çeviren bu perişan ev halkını görünce çocuk kendisini yere atmış, kollarıyla bacaklarını kıvırıp duran asabi bir çırpınma içinde, boğazını yırtan ve heyhat cevapsız kalmaya mahkûm olan “Anne!.. Anne!..” feryatlarıyla ağlamaya başlamıştı.

      O zaman ihtiyar kızın gözlerinin önüne olanca heybet ve azametiyle bir mukaddes vazife dikilmiş oldu: Bu validesiz çocuğa validesizliği unutturmak…

***

      Nihal’de bazı şeyler fark ederdi ki bunlar kalbinde ufak bir korku uyandırırdı. Bu çocukta garip, çözümlemeden kaçan tezatlar vardı. Babasından başlayarak bütün ev halkına kadar ona gösterilen muhabbette her vesile ile bir merhamet hâkim olur ve bu acınarak sevilmek zaten çocuğun irsi bir zaaf ile hastalıklı asabında daha ziyade bir incelik, daha ziyade bir hassasiyet uyandırırdı. Bu, onu bir mazlumiyet havası içinde sarıyordu ve sanki