Mlle de Courton Nihal’le meşgul olurken Bülent her vakit geri kalan fiil defterlerini doldurmak için yazıhanenin ta öte tarafında kalemini hokkadan çıkarmazdı. Bazen Mlle de Courton’un gözü Bülent’e ilişirdi ve sert bir sesle bağırırdı: “Bülent!..” Bülent nihayet ikinci şahıs emir çekimlerine kadar ciddiyetle yazabildiği bir fiilden usanarak oraya, emir kipi ile dilek kipi arasına ya sekiz on eğri büğrü çizgiyle bir köşk yahut ortasında hiçbir çiçeğe benzemeyen bir şeyle bir saksı kondurmak üzere bulunurdu.
Bülent’in sebebiyet verdiği bu fasılalar Nihal için ganimet sayılacak fırsatlardı; o mutlak sekiz satırlık bir iştigalden sonra bir nefes almak, derste tesadüf olunmuş bir kelimeden türetilerek uzun uzun devam eden bir konuşma açmak yahut Mlle de Courton yerinden kalkıp Bülent’in defterinden köşkleri, saksıları kaldırırken o da pencereye koşup bahçeye bakmak için vesile kollardı. Nihayet bu arızalar arasında Nihal’in dersi biter, on dakikalık bir tatilden sonra Bülent’in derslerine başlanırdı.
Mlle de Courton Bülent’le meşgul olurken Nihal’in piyanosuna, gergefine, dikişine, işlemelerine çalışması kararlaştırılmıştı fakat onun yarım saat bir şeyle iştigali mümkün olmadığı için canı ne zaman isterse piyanosundan dikiş takımına, dikiş takımından gergefine geçmesine müsaade olunurdu. İhtiyar kız bu kelebek için başka bir çare bulamamıştı.
Mlle de Courton Nihal’in hiçbir şeye dikkat etmeyerek, hiçbir şeyle meşgul olmayarak her şeyi öğrenmesine artık o kadar alışmış idi ki şaşmıyordu, fakat piyanoda ilerlemesine hayretten kendini alamazdı. Mutlak parmakların uzun işlemesiyle elde edilebilecek şeyleri Nihal bir gün yapıvermiş bulunurdu. Bütün Cerni’nin9 temrin silsileleri böyle can sıkacak bir oyun kabîlinden geçmiş idi, şimdi Clementi’nin10 Mlle de Courton’u bile titreten “Gradus ad Parnassum”una hazırlanıyordu. İtalyan musikisinin Cimarosa’larından, Donizetti’lerinden, Markadante’lerinden, Rossini’lerinden, Adnan Bey’in takım takım getirdiği operaları güya evvelden görmüş, işitmiş, hissetmiş denecek bir his ve ihsas kolaylığı ile, Mlle de Courton’un inanmak istemeyen şaşkın gözlerinin önünde, gelişigüzel okuyuverirdi. O vakit ihtiyar kız Adnan Bey’e “Bilir misiniz bu altı senede olmayacaktı.” derdi. “Fakat bunda ne benim ne kendisinin meziyeti var, bu kızın parmaklarına Rubinstein’ın ruhundan bulaşmış olacak…”
Nihal’in parmaklarına o üstadın sanat dehasından bir şey bulaşmış olması fikri öyle adi bir şey idi ki Mlle de Courton’un nazarında anlaşılmaz bir hakikati izah ederek bu musiki muammasını yorumlamış oluyordu, artık başka bir sebep aramaya da lüzum görmezdi.
Nihayet derslere bir mücadele ile son verildi. Babasının getirdiği operaların arasında Wagner’den de vardı ki Mlle de Courton kati bir yasaklama ile çalışmasına mâni oluyordu. Nihal de bilakis bu menedilen şeyi mutlak her gün eline alır, mürebbiyeyi Bülent’in pek ziyade hiddetlendirdiği bir sırayı kollayarak piyanosunda tecrübe etmek isterdi. O zaman Mlle de Courton, Bülent’i unutur, piyanoya koşardı: “Lakin çocuğum, size bin defa söyledim ki bunu çalmak için insanın Alman parmakları olmalı. Parmaklarınızı kıracaksınız, yalnız o kadar değil, fikrinizi, musiki zevkinizi berbat edeceksiniz. Düşününüz bir kere: Bir fırtına ki bacaları deviriyor, kiremitleri atıyor, ağaçları söküyor, kayaları yuvarlıyor, düşününüz o gürültüyü, bundan bir musiki yapınız, işte Mösyö Wagner!..”
Onun Wagner için sükûn bulmaz bir husumeti vardı. Mösyö Wagner derken bu asilzade Fransız kızının damarlarındaki bütün kanlar Alman dâhisini küçümseyerek ıslık çalıyor zannolunurdu.
Artık ondan sonra derse devam olunmaz, ihtiyar kız yemek vaktine kadar odasına çekilir ve çocuklar istedikleri yere gitmek için hür bırakılırdı.
Nihal babasının yanına giderdi. Aşağıda, iş odasında Adnan Bey ikide birde saate bakarak kızının bu sabah ziyaretlerini sabırsızlıkla beklerdi.
İkisinin arasında böyle sevinç ve saadetle geçen saatler ne tatlı saatlerdi! Onun babasına bir düşkünlüğü, bir tutkunluğu vardı ki hiçbir zaman tatmin edilmiş olmazdı. Daima sevilmek, her vakitten ziyade, saniyeden saniyeye kuvvetlenecek bir muhabbetle sevilmek için ruhunda asla teskin edilmeyen bir ihtiyaç vardı: Babasının yanında pek ziyade şımarır; geveze bir kuş, yaramaz bir kelebek olurdu. Sonsuz bir lakırtı sermayesi vardı: Derslerinden, gördüklerinden, işittiklerinden bir küçük esas sebep olurdu, babasına birbiri ardınca sualler sorardı. O, yorulmayarak hatta eğlenerek, ara sıra Nihal’in bir şeytanlık ve istihza fikriyle üzerine bir parça neşe serptiği bu konuşmalardan gülerek çocuklaşırdı; aralarında bir yaş seviyesi hasıl olurdu.
Yemekten sonra Adnan Bey İstanbul’a inerdi. Çocukların o gün Mlle de Courton’la uzun bir seyranları yoksa yalının içinde Adnan Bey’in dönüşüne kadar süren cevelanları olurdu. Nihal’in özellikle vakit geçirmek için hoşuna giden yer Şakire Hanım’ın mutfağıydı.
Haremde bu mutfak oyuncak kabîlinden yaptırılmıştı. Ara sıra Adnan Bey senelerden beri düzenine halel gelmeyen aşçısının yemeklerinden usanır, Şakire Hanım’dan bir midye dolması, bir Tatar böreği, bir çerkeztavuğu isterdi. Bu, Hacı Necip’ten gizli tutulurdu, haber alacak olursa Hacı Necip günlerce suratı asar, günlerce Adnan Bey’e görünmezdi.
Bir gün midye kabuklarını görmüş, kırk senelik aşçı olduktan sonra Şakire Hanım kadar midye dolması dolduramazsa ayıp olacağını söyleyerek gitmeye kalkmıştı. Şakire Hanım’la aralarında daimî bir çekişme vardı: Mutlaka Şakire Hanım dönme dolaptan harç verirken kavga olur, Hacı Necip ikide birde “Ya kiler dışarıya çıksın ya mutfağı büsbütün içeriye alın!” derdi.
Bazı defalar bu mücadeleler o kadar şiddet kazanırdı ki Şakire Hanım’ın kocası, Vekilharç Süleyman Efendi, barış için aracılığını kullanmaya lüzum görürdü. Bu mücadelelerden evin içinde iki kişi pek memnun idi. Bülent’le Beşir… Hatta onlar biraz, iki tarafı kızıştırmaya yardım ederlerdi.
Şakire Hanım’dan bir şey istenilse Nihal yalvarırdı:
“Kuzum, bacı, beni bekle, emi? Beraber yapalım…” O gün Nihal, Cemile, Nesrin hatta ara sıra Nesrin’e çıkışmak için gelerek dönüşte geciken Şayeste, Şakire Hanım’ın etrafında dönerler, küçücük mutfağı bir mahşere çevirirlerdi.
Burası yalının ikinci katında, bahçeye nazır, bol güneşli pencerelerini sarmaşıklar kaplamış, beyaz mermer döşeli, daima son derece temiz, bir naziflik havasıyla insana iştah veren bir yerdi. Bazar Alleman’dan alınmış tencereler, sahanlar, bütün o bir salon eşyası zannolunacak kadar zarif ve narin şeyler, sarmaşıkların yeşilliklerden süzülerek giren güneş ziyaları altında nazifliklerinin şaşaalarını serperlerdi. Artık burada ve sevimli mutfağın içinde, kendisine bağlılıklarını bütün ruhuyla hissettiği bu mahlukların arasında latifelerle, sahte kavgalarla, itişip kakışmalarla, kahkahalarla geçen saatleri Nihal bütün kalbini ısıtan bir saadet duyarak geçirirdi.
Akşam babasının dönüşünü sabırsızlıkla bekler, ta merdivenlerin üstünden bağırırdı:
“Baba!.. Bugün size bir şey pişirdim ki… Şakire Hanım’a, sorunuz da bakınız, onlar hiç karışmadılar.”
Güzel havalarda babalarıyla beraber akşam seyranlarına çıkarlardı. Mlle de Courton, bu saatleri yalının bahçesinde Alexandre Dumas’nın hikâyelerine ayırırdı.
Genç kızlara roman okutmamak Mlle de Courton için en ziyade uygulamalı bir terbiye kaidesiydi ki şiddetle Nihal hakkında geçerliliğini muhafaza ederdi, fakat kendisinin hikâyelere, özellikle Alexandre Dumas’ya derin bir tutkunluğu