Mary Mapes Dodge

Gümüş Patenler


Скачать книгу

ta doğdu. Annesi Sophia Furman, babası ise mucit ve bilimadamı olan Prof. James Jay Mapes’tir.

      20 yaşında, bir avukat olan William Dodge ile evlendi ve çiftin iki oğlu oldu. Yedi yıl süren birlikteliklerinden sonra aniden yalnız kalan Mary, The Working Farmer ve United States Journal dergilerinde yazar ve editör olarak işe başladı. Birkaç yıl sonra (1864) yazdığı hikâyeleri The Irvington Stories isimli kitapta topladı. Bu başarısının ardından dünya klasiklerinden sayılan Gümüş Patenler’i yazdı. Dergi editörlüğüne devam eden Mary’nin çocuklar için çıkardığı St. Nicholas Magazine dergisi kısa sürede başarıyı yakaladı.

      21 Ağustos 1905’te New York’ta hayata gözlerini yumdu.

      Fatma Yaşar, 1995 yılında Uşak’ta doğdu. Uşak Şehit Abdülkadir Kılavuz Anadolu Lisesi dil bölümü ve Hacettepe Üniversitesi İngilizce Mütercim-Tercümanlık Anabilim Dalı mezunudur. Serbest tercümanlık yapmaktadır.

      Bu kitap, şükran ve sevgiyle babam

James J. Mapes’e adanmıştır.

      ÖN SÖZ

      Bu eser, bir gezi kitabının bilgilendirici niteliğine sahip bir aile öyküsüdür. Okuyacağınız sayfalarda Hollanda’nın kentlerine, geleneklerine, göreneklerine, insanlarına aşinalık kazanabilirsiniz. Anlatılan pek çok olay, gerçek hayattan esinlenilmiştir; Raff Brinker’in hikâyesi ise tamamıyla gerçeklere dayanmaktadır.

      Hollanda tarihi, edebiyatı, sanatı üzerine engin bilgiye sahip, tanınmış yazarlara karşı sorumluluğumun bilincinde olarak, görmeden bakılan Brinker hanesinin gün ışığında ve de gecenin karanlığında yirmi sene önce nasıl göründüğünü tasvir etme konusunda özverilerini ve gayretlerini benden esirgemeyen sevgili Hollandalı arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.

      Bu anlatının ve Hollandalıların günlük yaşamlarından kesitler sunarak, genç okuyucularıma Hollanda ve sahip olduğu eşsiz güzellikler hakkında bir fikir vermesini ya da bu eseri kaleme almama neden olan, bu asil ve girişken insanlara ilişkin ön yargıların dağılmasına imkân sağlamasını umuyorum.

      Bir ruhun dahi, Tanrı’nın inayetine, sevgisine, düğümlerle dola-şıklıklara karşın bir hayatı ilmek ilmek örmeye el verdiğine derin bir güven duymasını sağlarsa altın ipliğe halel gelmez, adıyla başlayıp adıyla biten dualar cevaplanır.

M. M. D.

      HOLLANDA’DAN MEKTUP

Amsterdam, 30 Temmuz 1873

      Evlerinde oturmuş, bu eseri okumaya başlayan Sevgili Gençler, Gümüş Patenler’in öyküsünün basılacağı kesinleştiğinden, Brinkerlerin topraklarından bir mektup almayı istersiniz diye düşünüyorum.

      Bugün, benimle birlikte burada olabilseydiniz, bu güzelim Hollanda kentinde sizinle ne hoş yürüyüşlere çıkardık! Çatıları sokağa taşan yamuk evlere, pencerelerin dış kısmındaki eğimli aynalara, yollara düşmüş ahşap pabuçlarla köpek arabalarına, uzaktaki yel değirmenlerine, kocaman depolara, hem sokak hem nehir görevi gören kanallara, her yerde göze çarpan ağaçlarla serenlere bakardık. Ah, ne güzel olurdu! Fakat şimdi, muazzam bir otelde oturmuş, her işin altından maharetle kalkan Hollandalı ruhunun da sizi şu anda okyanusun karşısından bu yana getiremeyeceğinin bilincinde olarak bu güzellikleri tek başıma izliyorum. Hollanda kentlerini siz olmadan dolaşırken bana huzur veren bir şey varsa, o da aramızdan kimsenin kanala düşüvereceğinden endişe etmemize gerek olmaması. Buradaki hantal arabaların gülle gibi ağır tekerleri birbirlerinden öyle ayrı ki ya biriniz bunların altına düşüverseydi? Peki, haylaz evlatlarımdan biri kazara bir leyleğe zarar verse, Tanrı esirgesin tüm Hollanda peşimize düşerdi! Hayır. Her şey olduğu gibi güzel. Önünüzde uzanan güzelim ömrünüzde her birinizin buraya gelip, bu muhteşemliğe tanıklık edeceğinizden şüphe duymuyorum.

      Hollanda, Hans ile Gretel’in yirmi sene evvel donmuş kanalda paten kaydığı vakitler kadar güzel şimdi de. Aslına bakarsanız, denizin bu memleketi yutuvermediği her bir günün mucizesiyle yavaş yavaş daha nefis bir güzelliğe kavuşuyor. Geçen senelerde, kentleri büyümüş, öbür milletlerle temaslarını artırdıkça tuhaflıklarının bir kısmı da törpülenmiş diyebiliriz; fakat, kendine özgülüğü, gözü pekliği ve her gün gelişen sanayisi ile mevzubahis olanın Hollanda olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Öyküde ayrıntısıyla yer aldığından, bu mektupta size kentlerinden, saraylarından, kiliselerinden, resim galerilerinden ya da müzelerinden bahsetmeyeceğim. Tek söylemek istediğim, içinde bulunduğumuz 1873 senesinde de, oldukları hâlleriyle zamana meydan okudukları. Ben de geçtiğimiz hafta hepsini ziyaret ettim.

      Bugün, Amerikalı bir çocukla, Amsterdam’ın ticaretle ünlü bir bölgesinde birkaç çocuğun eski bir binaya girdiklerini görüp onları takip ettik. Ne bulsak beğenirsiniz? İhtiyar bir kadın, yazın ortasında, sıcak su ve köz satıyordu! Yaşamını bununla idame ettiriyormuş. Gün boyu, turba kömürünü harlayıp, üzerindeki kalaylı bakır tenekede su kaynatıyormuş. Çocuklar, kaynayan suyu güğümlerde, yanmaya devam eden turbayı da taştan kovalarda taşıyarak gidip geliyorlardı. Emeklerinin karşılığında, kadına bir Hollanda kuruşu veriyorlar. Bu sayede, sıcak havalarda ateş yakmaya maddi durumları el vermeyen insanlar, satın aldıkları sıcak suyla çaylarını kahvelerini içip balık ve patates haşlayabiliyorlar.

      Bize içtenlikle baş sallayarak kendi lisanınca güle güle deyip, verdiğimiz stiverleri memnuniyetle cebine atan ihtiyar kadının yanından ayrıldıktan sonra, çamaşır gününün hakkını veren insanları izleyerek yolumuza devam ettik. Evet, kentin kanaldan uzak, belli bölgelerinde başlarını işlerinden bir an bile kaldırmayan çamaşırcı kadınlarla doluydu sokaklar. Hantal ahşap pabuçları, bellerine tutturdukları etekleri, çıplak kolları ve başlarını sıkıca saran başlıklarıyla yüzlercesi, bellerine kadar gelen uzun, tahta çamaşır teknelerine eğilmiş hâlde bir çene çalıp bir çitiliyorlar; işlek sokaktan gelip geçenlere zerre aldırış etmeden, soğuk suyla yıkayıp duruyorlar. Bu çamaşır günlerinde sıcak su kullanmaya başlayıverseler bizim közcü ihtiyar için ne harika olur!

      Unutmadan! Bu mektup size ulaşırsa, ön sözün hemen arkasına eklemenizi rica ediyorum. Küçücük bir yer tutar yalnızca, doğrusunu söylemek gerekirse, okuyucular da her geçen gün daha kısa bir ön söz bulmayı bekliyorlar.

      Kendinize iyi bakın. Ah, size bir şey daha söylemem lazım. Bugün, Amsterdam’daki bir kitapçıda Hans Brinker’in öyküsünün Felemenkçesini bulduk. Merak uyandırıcı, güzel, renkli bir baskı yapılmış; ama öyle hayret verici kelimelerle dolu ki, onu okuyacak minik Hollandalılara karşı içimde bir acıma duygusu peyda oldu.

      Felemenkçe tercümanımızın, noktasına virgülüne varıncaya dek katılacağınıza emin olduğum sözleriyle sizlere son kez veda ediyorum:

      “Toch ben ik er mijnland genooten dank baarvoor, die mijnar be-ids teeds zoowel will end out vangen en wier gen egen heidik voort durend hoop te verdi enen.”

Sevgilerimle,YAZARINIZ

      I

      HANS VE GRETEL

      Yıllar yıllar evvel, Hollanda’da, açık bir aralık sabahında incecik giyinmiş iki çocuk donmuş bir kanalın kıyısına diz çökmüşlerdi.

      Güneş yüzünü henüz göstermemişti ancak ufukta doğan gri gün, kızıl bir parıltı yayıyordu. Hollanda’nın iyi vatandaşlarının birçoğu huzurlu bir sabah uykusunun keyfini çıkarıyordu; Mynheer1 von Stoppelnoze, o saygıdeğer Hollandalı bile hoş bir sükûnet içerisinde hafif bir uykudaydı.

      Zaman zaman, ağzına kadar dolu bir sepeti başının üzerinde dengeleyen birkaç köylü kadın kanalın cam gibi yüzeyinde süzülerek gelip geçiyor, şehirdeki işine giden güçlü bir delikanlı kayarak uzaklaşırken tir tir titreyen iki çocuğun hâline üzüldüğü yüzünden okunuyordu.

      Bu sırada, kan ter içinde kaldıkları her hâllerinden anlaşılan kızla oğlan, ayaklarına gayretle bir şeyler geçiriyorlardı; patenden ziyade, aşağı kısımları kabaca inceltilip düzeltilmiş, üzerlerinde, işlenmemiş deriden kayışların içlerinden geçirildiği delikler bulunan hantal tahta parçalarıydı bunlar.

      Bu tuhaf patenler, iki kardeşten