hayatı için pompanın başına koşar ve gardiyanı onu çıkarmaya yeterli olana kadar suyu dışarı pompalarmış. Bana öyle geliyor ki tüm Hollanda’da, doğa bu ayrımı geniş bir ölçekte sunuyor. Hollandalılar eski zamandan beri hayatta kalmak için su pompalamak zorunda kalmış ve öyle görünüyor ki buna sonsuza kadar da devam edecekler.
Her yıl setleri tamir etmeye ve su seviyelerini düzenlemeye milyon dolarlar harcanıyor. Bu önemli görevler ihmal edilseydi ülke yaşanamaz bir biçime bürünürdü. Daha önce de bahsettiğim gibi, bu setlerin aniden parçalanmalarının ardından dehşetli sonuçlar doğurmuş. Yüzlerce köy ve kasaba zaman zaman su baskınları altında kalmış ve neredeyse bir milyon insan bu felaketlerde kaybedilmiş. Bilinen en dehşet verici baskınlardan biri 1570 sonbaharında meydana gelmiş. O güne kadar Hollanda topraklarını esir eden sel felaketi sayısı yirmi sekiz, fakat en dehşetlisi bu tarihte. Uzun yıllardır İspanya tiranlığı altında ızdırap çeken mahzun ülkenin sorunları bu vakayla taçlanmış. Motley’nin, The Rise of the Dutch Republic6 adlı eserini okuduğumuzda ızdırap çeken, sebat ve cüret eden bu yürekli insanlara karşı içimizde bir hürmet peyda olur.
Bay Motley, uzun zaman devam eden sert bir boranın, Atlantik sularını Hollanda illerinin kıyılarına süpürerek Kuzey Denizi’nde topladığını; güçlerinin ötesinde yüklenilen setlerin nasıl da her yana saçıldığını; demirle desteklenen, ağır çapalarla bağlanan, çakıl taşı ve granitle sağlamlaştırılan, meşeleri bir araya getirerek oluşturulan su siperlerinin bile nasıl da sicim gibi dağıldığını; balıkçı teknelerinin, hantal gemilerin ağaç dallarına takılmış uçurtmalar gibi ağaçların arasında nasıl sıkışıp kaldığını ya da evlerin çatılarına, duvarlarına çarptığını, en nihayetinde de tüm Frizya’nın nasıl da hırçın bir denize dönüştüğünü tasvir ederek anlatıyor bu büyük sel felaketinin dehşetini. “Bir yığın erkek, kadın, çocuk ile at, öküz, koyunun yanı sıra evcil hayvanlar her yönden bastıran dalgalarla savaşıyordu. Tüm teknelerden ve tekne olarak kullanılabilecek hemen her şeyden faydalanılıyordu. Tüm evleri su basmıştı, mezarlıklar ölüleri kusuyordu âdeta. Hayata gözlerini yeni açan kundaktaki bebeğin yanında yüzüyordu uzun yıllardır gömülü tabutunda istirahat eden merhum. Sel yinelenmek üzereymiş gibi duruyordu. Her yerde, ağaçların tepesinde, kiliselerin çanlarında insan bedenleri kümelenmiş, Tanrı’dan merhamet, din kardeşlerinden medet umuyordu. Fırtına nihayet yatışırken tekneler her yöne dağılıyor, suda hayatları için savaşanları kurtarıyor, kaçakları çatılardan ve ağaç tepelerinden alıyor, boğulanların bedenlerini topluyordu.” Birkaç saatte yüz binden fazla insan hayatını kaybetmiş, milyonlarca zavallı hayvancağız suların üstünde cansız cansız süzülüyormuş; mallara gelen maddi zararsa hesaplanamayacak miktardaymış.
İspanyol Vali Robles, hayat kurtarma ve felaketin dehşetini hafifletmeye yönelik gayretiyle en önde geliyormuş. İspanyol ve Portekizli soyundan geldiğinden, bu vakadan önce Hollandalılar kendisinden nefret edermiş, fakat felaket anında gösterdiği erdemli eylemleriyle tüm kalpleri şükranla doldurmuş. Kısa zaman sonra, set inşasında ileri bir yöntem geliştirmiş ve gelecekte toprak sahiplerinin uyması gereken bir kanun geçirmiş. O zamandan bu yana, üç yüzyıldan daha az sürede dehşet verici altı su baskını bu topraklardan geçse de, felakete yol açanı pek olmamış.
Bahar aylarında, buz kütlelerine boğulan nehirler süratle yükselen sularını okyanusa dökemediğinden, bilhassa buzların erimeye başlamasıyla iç bölgeleri de su basması tehlikesi büyük olur. İlaveten, setleri hışımla kamçılayıp zorlayan denizi de düşününce, Hollanda’nın her daim alarm durumunda olmasına hayret etmemeli. Kazaları önlemeye büyük önem veriliyor. Mühendisler ve işçiler tehdit altındaki yerlerde gece gündüz kol geziyorlar. Genel bir tehlike sinyali verildiğinde tüm halk, ortak düşmanlarına karşı bir araya gelerek kurtarma görevine gayretle atılıyor. Başka her yerde su içinde olup da insana en faydasız görünen sazlıkların Hollanda’da gelgite karşı en temel dayanaklardan görülmesine şaşmamak gerekir. Kocaman saz hasırlar, kil ve ağır taşlarla güçlendirilen toprak setlere dayanır ve bir kez sağlamca ayarlandı mı okyanus bunlara boş yere dalga vurur.
Hans ve Gretel’in babaları Raff Brinker, uzun yıllar setlerin üzerinde çalışmış. İşte tam bu sıralara rastlıyor, dehşetli bir fırtınanın ortasında, su baskını tehdidi altında karanlık ve sulu sepken bir havada, Veermyk geçidine yakın zayıf bir noktada çalışırken iskeleden düşüp bilinci kapalı hâlde eve getirilmesi.
Gretel, ne yana dönse boş gözleri kendisini takip eden bu meczup, sessiz adam dışında başka bir şekilde hatırlayamıyordu babasını; fakat kendisini omuzlarında taşımaktan asla yorulmayan ve gece yatağında uyanık yatarken dinlediğinde, tasasız şarkıları hâlâ kulağında yankılanan candan, sesi neşe yüklü babasından kalan hatıraları vardı Hans’ın.
III
GÜMÜŞ PATENLER
Madam Brinker sebze yetiştirerek, yün eğirerek, örgü örerek ailesini kıt kanaat geçindiriyordu. Bir zamanlar kanal boyunca sefer yapan yük mavnalarında çalışmış ve zaman zaman da Broek ile Amsterdam arasında mekik dokuyan bir pakschuytin çekme halatına başka kadınlarla birlikte asıldığı bile olmuştu. Ancak Hans büyüyüp, serpilip güçlü kuvvetli bir delikanlı olunca, bu işleri annesinin yerine yapmakta ısrarcı davranmıştı. Ayrıca kocasının da durumu son zamanlarda iyice kötüleşmişti ve devamlı bakıma muhtaç hâle gelmişti. Akli melekeleri küçük bir çocuğunkine yetişemeyecek kadar zayıf olsa bile bedenî gücü öylesine yerinde ve dinçti ki Madam Brinker bazen ona güç yetirmekte zorlanıyordu.
“Ah, çocuklar! Babanız o kadar iyi yürekli, o kadar aklı başında biriydi ki…” derdi zaman zaman.“Bir avukat kadar da bilgili. Belediye başkanı bile onu yoldan çevirip soru sorardı, bir de şimdi bakın! Ne karısını ne de evlatlarını tanıyor. Babanın aklı başındaki zamanlarını anımsıyorsun, değil mi, Hans? Ne yürekli, büyük bir adamdı, değil mi?”
“Evet, pek doğrusun, anne. Bilmediği şey, beceremeyeceği iş yoktu bu gökyüzü altında… Sesi de pek güzeldi! Şarkı söylemesinin yel değirmenlerini dans ettireceğini söylerdin gülerek.”
“Söylerdim ya. Tanrı’m! Nasıl da hatırlıyor evladım! Gretel, kızım, örgü şişini babanın elinden al, çabuk; bakarsın gözüne sokuverir. Pabuçlarını da giydir. Ayakları neredeyse hep buz gibi; ne kadar çabalasam da bir türlü örtülü tutamıyorum.” derdi Madam Brinker yarı sızlanır yarı mırıldanır bir hâlde ve yere oturup alçak tavanlı kulübeyi çıkrığın gıcırtısıyla doldururdu.
Neredeyse tüm dışarı ve ev işlerini Hans ve Gretel görüyordu. Yılın belli zamanlarında günaşırı bataklık kömürü toplamaya giderler ve kışın yakmak için evin yanında tuğla gibi üst üste istiflerlerdi. Diğer vakitlerde de ev işlerinden fırsat buldukça Hans kanallarda atlı arabaların sürücülüğünü yapıp günde birkaç stiver7 kazanırken, Gretel de komşu çiftçilerin kazlarını güderdi.
Hans’ın eli ahşap oymacılığına yatkındı, ayrıca ikisi de bahçe işlerinden iyi anlarlardı. Gretel’in güzel bir sesi, dikiş kabiliyeti vardı ve oldukça yüksek, ev yapımı tahta sırıkların üstünde uzunca bir yolu, yaşıtı diğer kızlara nazaran çok daha hızlı koşabilirdi. Yalnızca beş dakikada bir baladı ezberleyebilir ve eğer mevsimiyse, hangi otu ya da çiçeği deseniz bulabilirdi. Ancak kitaplarla arası pek iyi değildi; hele ki zamanın izlerini taşıyan eski, dökük okulundaki yazı tahtası aklına geldikçe gözyaşlarına hâkim olamazdı. Öte yandan Hans aklıselim ve olgun biriydi. İster okulda ister günlük işlerde olsun, görev ne kadar zorluysa ondan alacağı memnuniyet de o derece