Percy Greg

Zodyak Karşısında


Скачать книгу

beşte uyandığımda, bahçemdeki bitkilerin yapraklarında ve özellikle de daha büyük yapraklı olan tam olarak ekimini tamamlamış olduğum bitkilerin yapraklarında solmalar gerçekleştiğini gözlemledim, şayet onları ekmiş olduğum bölgede ortaya çıkardıkları gazları emmeyecek ve bu gazları kendilerini beslemek için gerektiği şekilde dönüştüremeyecek olurlarsa bu bitkiler benim açımdan sıkıntılı sorunlara yol açabilirlerdi. Bunun yanı sıra, elbette onları Mars’a naklederek yetiştirme fırsatımı da kaybedebilirdim, ancak yanımda getirdiğim tohumdan yetişecek fideleri, gerçekte Dünya yüzeyinde yaşamlarına başlamış olan bitkilerden daha uyumlu bir biçimde yetiştirebileceğimi umut ediyordum. Bitkilerin solmaya başlamasındaki başarısızlığımı, doğal olarak gerçekleşmesi gereken yer çekimi etkisi ile özsu sirkülasyonu arasındaki bilinen bağlantıyla yorumladım; yine de kendi bedenimde benzer bir rahatsızlık yaşamadığım için bunun bitki örtüsünü de ciddi anlamda etkilemeyeceğini ummuştum. Camların üzerindeki iç havadan kaynaklı oluşan nem konjektörünün daha sonra tutulduğu konumda kurumasıyla -iç sıcaklığı, konforun elverdiği ölçüde tutmak için, termik akımları duvarlara yönlendirerek çok fazla zahmete girmemiş olsaydım, bu durum gerçekten çözülemez bir sorun hâline gelebilirdi- duvarların ve pencerelerin iç yüzeyinde sıcaklığın 4 °C’ye düşmüş olması akla yatkın bir sıkıntı olsa da daha liberal bir sulamanın etkisini denemekten korkuyordum. Termometrenin dikkatli kullanımı, daha önce metalik yüzeyinin neredeyse sıfır C veya 32 °F olduğunu gösteriyordu. Pencerelerin iç yüzeyi biraz daha soğuktu, oluşan kristallerin kalınlıkları da metalin iç ve dış astarları, masif beton iç yüzeyleri ile duvarlara göre daha geçirgen olduğunu kanıtlıyordu. Fizyolojik süreçler sonucu oluşan ısı akımını bahçenin her iki bölümüne de yönlendirerek, bu sayede bitkilerin soğuktan dolayı alabilecekleri herhangi bir hasarı en aza indirgemeye çalıştım. Biraz bekledikten sonra solmanın hâlâ devam ettiğini anlayınca başka bir şey denemeye karar verdim ve toprağın altına bakır bir tel aparatı yerleştirdim, böylece telin uçlarının bitkilerin kökleriyle temas etmesini sağlayacak, bu teller üzerinden uzun süreli zayıf elektrik akımı yönlendirebilecektim; bu sayede bitkilere fiziksel olarak faydalı bir ısı kaynağı sağlayarak, yolculuğum sona erene kadar bitkilerin düzgün bir şekilde yetişmeye devam edeceğini umuyordum.

      Bu yapay gezegenin yalnızlığında, geçirdiğim haftaları bir günlük tutarak anlatmaya çalışmak sadece yer ve zaman kaybı olurdu. Gayet tabii olarak uzayda yapılan bir yolculuğun tekdüzeliği genel anlamda Atlantik okyanusu boyunca uzun süre herhangi bir ada ya da başka bir gemiyle karşılaşılamayacak bir yolculuktan çok daha büyüktü. Ancak sürekli olmasa da çok sık olarak teleskopun kusurlu da olsa sunmuş olduğu keşfedilecek yeni bölgelere yapılacak olan yolculukların bir seyir defterinin tutulması gerekiyordu. Ancak bir defterin başına oturarak geminin fiilî davranışlarıyla bağlantısı olmayan durumları, gerekli dikkati kesintisiz bir şekilde sürdürerek anlatmaya çalışmak çok zordu. Bu konuda çalıştırabileceğim tek duyu organı olan gözlerim, sürekli bir şeyleri gözlemlemek için açıktı; ancak elbette zamanımın büyük kısmı, herhangi yeni bir şey ya da bir hadise yaşanmadan geçiyordu. Bu kadar emsalsiz veya paralel olmayan, kesinlikle geri dönüşümsüz ve neredeyse bilinmeyen bölgeler aracılığıyla çok az şey öngörülebilen veya sağlanabilen bir yolculuğun tekdüze olması garip görünebilirdi. Ama gerçekte, durumun yenilikleri, çok çarpıcı ve ilginç olsa da bunların her biri hızlı bir şekilde incelenerek gerçekleştirilip tabiri caizse tükeniyordu ve bu bir kez yapıldığında, garipliğin devamında bilindik manzaranınkinden daha büyük başka bir meşguliyet kalmıyordu. Etki bir kez incelendiğinde, az ya da çok parlak ışık noktalarıyla dolu olan çevredeki karanlığın sonsuzluğu ve daha fazla başka bir şeyin olmaması, ona kesinlikle denizin ölü gri çemberinden daha hoş ama daha ilginç veya çekici bir izlenim kazandırıyordu. Atlantik okyanusu üzerinde seyrine devam eden bir gemiden, herhangi bir insani tesir ya da hava koşullarından kaynaklı bir sorun yaşanmadığı sürece gökyüzünde oluşan solgun gri bir bulut kütlesini bu şekilde gözlemleyebilmek, elbette ki çok zayıf bir ihtimaldi. Dünya diskinin hâlâ Güneş’i gizlediği tek yön hariç, etrafımdaki her şey saatlerce ve günlerce değişmedi; makinelerimin yönetimi, aletlerimin arada sırada gözlemlenmesinden ve dümen pozisyonunda yirmi dört saat boyunca sadece birkaç kez yapmış olduğum ufak değişiklikler dışında yapacak pek bir işim olmamıştı. Gece ve gündüz, güneş ve yıldızlar, bulut veya berrak gökyüzü bile değişmemişti. Her gün boş geçen zamanlarımda neler yaptığımı anlatarak okuyucularımın canını sıkmak istemiyorum -kesinlikle itiraflardan şaşıracaklardır-çünkü bu zamanlarda ben kendimden bile sıkılıyordum. Uykum az ya da çok bir zorunluluk hâline gelmişti. Hiç bölünmeden yedi saatlik bir uyku bana yeterli olsa da her gün muntazaman sekiz saat uyumaya özen gösteriyordum, yirmi dört saatin geri kalanında beynim daha sessiz ve heyecansız çalışsa bile, bu kesintisiz uyuklama döneminden zevk almam imkânsızdı. Bu yüzden uykumu öğleden sonra ve gece yarısından sonra kural olarak her biri dört saatten çok olmamak kaydıyla, iki bölüme ayırmaya karar verdim ya da daha doğru ifade etmem gerekirse öğlen ve gece yarısı benim için hiçbir anlam ifade etmediğinden, saat 12’den itibaren 16’ya kadar ve saat 24’ten sabah 4’e kadar uyku saatlerimi düzenledim. Ancak elbette uyku ve makinelerin gerekli yönetimini sağlamak dışında, her şeyi gözlemleme şansını da kaçırmamak zorundaydım; on iki saat boyunca uyanık kalmak, oluşumunun uzaktan bile hesaplanabileceği önemli bir olayı kaçırmaktan daha iyidir. Saat 8’de, ilk kez pencere teleskopum diyebileceğim cihazı, araştırmamdaki tüm gök cisimlerini gözlemlemek için, atmosferdeki karasal gök bilimcilerin yarattığı zorluklardan arındırılmış bir pozisyonda kullandım. Tahmin ettiğim gibi atmosferik sıkıntıların olmaması ve ışığın yayılması son derece avantajlıydı. İlk olarak, yaklaşık 120 karasal yarıçapı gösteren gösterge ve dismetre ile Dünya’ya olan mesafemi tespit ettim. Halenin ışığı elbette ilk gözlemlediğimden çok daha dardı ve parıltıları veya ışımaları artık belirgin bir şekilde görülmüyordu. Ay, zarif bir ışık huzmesi sunuyordu, ancak gün ışığı yarım küresinin çok küçük bir bölümünde yeni bir ilgi nesnesi bana doğru dönmüyordu. Mars’ı gözlemlemek biraz zordu, doruk noktam olarak adlandırılabilecek şeye çok yakındım. Fakat işaretler göründüğünden çok daha farklıydı, Dünya üzerinde benim kullandığımdan daha fazla büyüteç gücü vardı. Gerçekte, atmosferden kaynaklanan çeşitli dezavantajların, gök bilimciyi teleskopunun mevcut ışık toplama gücünün en az yarısından ve sonuç olarak göz parçasının tanımlayıcı gücünden mahrum bıraktığını söylemeliyim; 200 camla 100’ün altında bir güçten daha az gördüğünü, uzayda bulunan bir gözü açığa çıkardığını; yine de içine baktığım objektifin doğası gereği bu noktada kesinlikle net bir görüntü alabileceğimden bahsedemem. 300 büyütme gücü ile Mars’ın kutup noktalarını belirgin bir şekilde görebilmiş ve mükemmel şekilde tanımlayabilmiştim. Dünya’dan göründüklerinden çok daha az beyaz olduklarını, ancak renklerinin gezegenin genel yüzeyinden belirgin şekilde farklı olduğunu düşünmüştüm; mavi olması geren su grimsi, kapkara olması gereken toprak parçaları ise yine çok farklı biçimde neredeyse turuncu renge sahipti. Turuncu renk bile, sanırım Dünya’daki benzer güce sahip bir teleskopla görünenden çok daha fazla derinliğe sahipti. Özellikle de arazilerin büyük kısmını çevreleyen, bir an için sadece bir denizi gözlemlemek için ve böylece kontrastın etkisini ortadan kaldırmak için uğraştığımda, denizler maviden ziyade belirgin şekilde griye dönüyordu. Jüpiter’in çizgisel hatları sırasal olarak daha belirgindi; renk çeşitliliğinin yanı sıra ışık ve gölgenin kontrastı çok daha kesin ve düzensizlikleri daha açıktı. Bir uydu diske yaklaşıyordu ve bu, bana gözlem camının dışındaki yetmiş ya da yüz kilometrelik karasal atmosferde gözlem ve uzayda gözlem arasındaki farkı net bir şekilde fark etme fırsatı veriyordu. İki disk mükemmel