çünkü daha yakın bir yaklaşımla, bu dairesel örtü yoluyla toprağın turuncu rengini zıtlaştıran geniş bir su genişliğini biraz fark etmek mümkün hâle geliyordu. Saat 4’te, inişin ikinci gününde, mikrometrenin, hesaplanan yaklaşma oranım olan çapa bağlı artan açı ile doğruladığı Mars’tan yaklaşık 500.000 mil uzaktaydım. Ertesi gün huzur içinde uyuyabildim ve dikkatimi gezegenin yüzeyinin gözlemlenmesine adayabildim çünkü yakın olmama rağmen hâlâ Mars’tan 15.000 mil uzakta olmalıydım ve sonuç olarak Güneş’in çekim gücünün baskın olacağı mesafenin de ötesindeydim. Büyük bir sürpriz olarak, bugün gezegenin her iki tarafında bir tane olmak üzere, ölçümü imkânsız kılan ancak astronomların tanıdığı herhangi bir uyduyu açıkça gösteren, onların karasal teleskoplar tarafından keşfedilmemelerinin olağanüstü küçük olmalarından dolayı mümkün olmadığı, çok daha küçük bir hızda hareket eden iki küçük disk fark ettim. Açıkçası çok küçüklerdi, on, yirmi ya da elli mil çapında, bunu bile tam olarak söyleyemiyorum; ikisinin de hesaplayabildiğim kadarıyla inişim esnasında mekiğimin en yakın noktasına gelmesi ve hızlı hareketlerinden dolayı arazi üzerinde sürüklenmesi durumunda, teleskoplarım en düşük güçle çalışsa bile ölçüm için çok hızlı hareket etmiş olacaklardı. Ancak onların kesinlikle ana uydular olduklarına şüphem yoktu.
İniş yaptığım gün, saat ona doğru, bir süredir mekiğin diskini meta pusula alanından tamamen uzaklaştıracak şekilde rahatsız eden Mars’ın çekim gücü etkisi kesinlikle Güneş’inkinden daha baskın hâle gelmişti. İlk önce Apergy akımının yönünü sol iletkene aktararak değiştirmek zorunda kaldım ve daha sonra zeminin daha büyük ağırlığı mekiği tamamen aşağıya çevirdi, böylece gezegen tam anlamıyla mekiğin altına konumlanmış oldu. Tabii ki gün ışığında ve neredeyse merkezine doğru, Mars’a yaklaşıyordum. Ancak bu benim açımdan tam olarak uygun değildi. Bütün gün boyunca, bir dakikalığına da olsa uyumam mümkün olmamıştı; çünkü herhangi bir noktada iniş hızımı yanlış hesapladığımı fark edecek olursam veya öngörülemeyen başka bir kaza meydana gelirse, şüphesiz ölümcül olması gereken bir gemi enkazını önlemek için derhal harekete geçilmesi gerekecekti. Mars’taki yolculuğumun ilk yirmi dört saatinde, özellikle de kendimi konumlandıracağım yeri belirlemek ve inişimi gözlemleyebilmek için uyuyamayacak olmam çok muhtemeldi. Bu nedenle, uygulayacağım politikam, Güneş’in battığı bir noktaya inmek olacaktı, böylece gecenin büyük bir kısmında, yani on iki saatlik diliminde dinlenmenin tadını çıkarabilir, gemimin gerekli ayarlamalarını ve tahliye için gereken hazırlıkları yapabilirdim. Muhtemelen çok hafif olan dış atmosfere birden adım atmamak için, gezegenin dış atmosferinin basıncını tam olarak tespit etmem gerekecekti. Mümkünse sahipsiz ve zor erişilebilecek konumdaki bir dağın zirvesine inmeyi amaçlamalıydım. Ancak bu seçim aynı zamanda tehlikeli de olabilirdi; çok yüksek bir dağın zirvesine inmek, havanın aşırı soğuk ve yoğunluk açısından çok ince olmasından dolayı ölümcül riskler taşıyabilirdi. Elbette ki mekiği mümkün olabilecek en güvenli konumda bırakmak istiyordum ve ulaşılamayacak değil, en azından kolay ulaşılamayacak bir yerde konumlandırmak istiyordum; aksi takdirde, seçeneklerimi izlemek ve yolculuğumun geri kalanını yaptığım yollarla ilk iniş yerimden karanlıkta inmek basit bir mesele olurdu.
Saat 18.00’e geldiğinde, artık yüzeyin 8000 mil üzerindeydim ve Mars’ı artık bir dünya ve bir yıldız olarak gözlemleyemiyordum. Göksel görünümünde bu kadar dikkat çekici bir özellik olan renk, bu orta yükseklikte neredeyse eşit derecede algılanabiliyordu. Denizler artık griden çok mavi gibiydi. Toprak kütleleri sarı ve turuncu arasında bir ışık yansıtıyordu, bu da düşündüğüm gibi portakal renginin Dünya üzerindeki yeşil kadar baskın bitki örtüsü rengi olması gerektiğini gösteriyordu. Aşağıya inmeye devam ettiğim ve diskin sadece yan ve dipteki pencerelerden, yalnızca bir kısmının aynı anda görülebildiği sırada, bitki örtüsüne dair inancımda yanılmadığımı daha fazla anlamıştım. Bununla birlikte, inkârın ötesinde olan şey, eğer kutup buzu ve kar, Dünya üzerinde bir mesafede göründüğü kadar saf ve belirgin bir şekilde beyaz olmasaydı, henüz büyük ölçüde başka her yerde önceden yayılan sarı renkten yoksun olması gerekirdi. Söylenebilecek en fazla şey, Dünya’da karın mutlak olduğunu düşündüğümüz beyaz ve bu şekilde de kar beyazı diye betimlediğimiz, ancak içinde gerçekten mavinin çok hafif baskınlığının olduğu, Mars’ta ise kutup buzullarının kırık beyaz ya da içinde eşit derecede çiçeklerimizde olduğu gibi hafif sarı tonunun çok daha yaygın olduğu gerçeğiydi. Kıyıda veya ana denizin kıyısından Ekvator’un güneyine yaklaşık yirmi mil ve Ekvator’un kendisinden birkaç derece uzakta, sonunda inişim için özel olarak uygun görünen bir nokta bulabildim. Görünüşe göre ortalama yüksekliği yaklaşık 14.000 fit olan çok çeşitli ölçülerdeki dağlar, muhtemelen bu rakımın iki veya üç katı zirveleriyle, kıyı şeridine birkaç yüz mil boyunca uzanmış, ancak gerçek kıyı çizgisi arasında yirmi ila elli mil çapında bir alüvyon düzlüğü bırakmıştı. Bu aralığın uç noktasında ve ondan oldukça bağımsız olarak, teleskopla incelediğimde, inişe izin vermek için yeterince kırılmış ve eğimli bir yüzey sergilediği ortaya çıkan tuhaf formda izole bir dağ vardı; aynı zamanda, yüksekliği ve zirvesinin karakteri, hiç kimsenin onun içinde yaşayamayacağını ve birkaç saat içinde inebilecek olmama rağmen, ovadan yürüyerek çıkmak için bir günlük yolculuğu göze almam gerektiğini gösteriyordu. İnsan yerleşimi veya hayvan yaşamının herhangi bir semptomunu zaman zaman dikkatle inceleyerek rotamı bu dağa doğru yönlendirdim. Nehir hatlarını derece derece belirledim, büyük ormanlarla kaplı dağ yamaçlarını, düşük, yoğun, zengin bir bitki örtüsüyle halı kaplı gibi görünen geniş vadilerini inceledim. Ancak bütün bu tespitlerim sadece kuşbakışı incelemelerden ibaret olduğundan, ufkumun ilerisinde kalan kısımlarda ya da genel seviyenin üzerindeki herhangi bir nesnenin yüksekliğini açıkça görebiliyordum ve bu nedenle, henüz göremediğim evler ve binalar, ekili alanlar ve tarlalar konusunda bir fikir yürütemiyordum.
Gezegende herhangi bir yaşam olup olmadığını bizzat tespit etmeden önce kendimi genel yüzeyin akşam sisi tarafından örtülü olduğu bir pozisyonda ve zirvenin yaklaşık on iki millik kısmında doğrudan söz konusu dağın üzerinde buldum. Bu mesafeyi çeyrek saatlik bir sürede inerek yarım saat boyunca herhangi bir darbe almadan, anladığım kadarıyla Güneş ufkun altında kaybolduktan sonra inişi tamamladım. Ancak gün batımı yoğun sis nedeniyle tamamen görülmez hâldeydi.
BÖLÜM IV
YENİ BİR DÜNYA
Bir insan tarafından şimdiye kadar önerilen veya hayal edilen en muazzam macerayı tam anlamıyla büyük başarı elde ederek tamamlamış olduğumu ilk idrak ettiğim anda, yaşadığım karmakarışık duyguların yoğunluğunu anlatmaya kelimelerim kifayetsiz kalır. Hiçbir kişisel erdemin, burada yaşadığım büyük başarının değerini, duyduğum gururu ifade etmeye yeteceğini sanmıyorum. Düşünce sonuç olarak orijinal değildi; araçlar başkaları tarafından sağlanmıştı; uygulama ise daha az cesaret ve beceriye bağlıydı, ne bildiğimi bilen cesur bir gezgin ya da bilim adamı, Tanrı’nın doğrudan ve belirgin lehine olmaktan çok, beni üstünleştirmiş olabilirdi. Ancak, insanın şimdiye kadar denediği en büyük girişim, kendi başına bir çekiciliğe, gözlerimde başarısını tarif edilemez bir memnuniyet hâline getiren bir kutsallığa sahipti. Hayatımı sadece kendim başarmak için değil, başkaları tarafından başarıldığının bilinebilmesi için dahi bir düzine kez ortaya koyardım. Columbus’un, yeni bir yarım küreye ilk ayak bastığında hissedebileceği her şeyi, kendime daha önce sık sık rüyalarda değil, hakikatte ve gerçekte söylediğim her şeyi, kırk milyon mil mesafeyi arkamda bırakıp yeni bir dünyaya indiğimde, ben de yaşıyordum. Beni bekleyen tehlikeleri düşünmek bile istemiyordum. Derecelendirmeye