yarım açık bir kask takmıştı ve bunun üzerinde, beline kadar uzanan, koyu kırmızı bir örtü vardı, görünüşe göre başını ve boynunu gizlemenin dışında, güneşten korumak için tasarlanmıştı. Yüzü kısmen açığa çıkıyordu. Renk ve belirli süslemeler ve eklemeler dışında hepsinin kıyafeti aynıydı. Muhtemelen iç çamaşırı giymeyi çok az tercih ediyor olmalıydı. Kollarının derisi hiçbir suretle görünmüyordu, en kaliteli Parisli çocuk eldivenlerine benzeyen, ancak çok daha yumuşak ve daha ince dokunmuş hassas bir malzemeden yapılma kollukları vardı. Hepsinin dışında, üzerlerinde neredeyse belli bir şekli olmayan, bedenlerinin doğrudan şeklini almış, geniş bantları sayesinde, omuzlarından mücevherli bir tokayla üzerlerinde asılı gibi duran bir elbise giyiyorlardı, boyu neredeyse ayak bileklerine kadar uzanıyor ve bellerine taktıkları aksesuarla toplanıyordu. Bu giysi onların boynu, omuzları ve göğüslerinin üst kısmını açığa çıkarıyordu; ancak başlarının üzerindeki peçe kafalarını tam olarak kapatmasa da yuvarlak yüz hatlarının etrafını tamamen sarıyor ya da sadece iki ayrı şerit hâlinde kulaklarının arkasından sarkıyordu, hepsinin kıyafetleri Avrupalı erişkin ve gençlerin “düşük kalite” dedikleri tarzdan kumaşlarla yapılmış olmasına rağmen, tasarımı onları çok daha süslü hâle getirmeyi başarmıştı. Ayak bilekleri ve ayaklar tamamen çıplaktı, ayak parmakları için işlemeli kadife kaplamalı sandaletler ve ayak bileklerinin etrafına bağlanmış gümüş bantlar vardı. Aralarındaki en yaşlı hanımefendi, ince ancak çok hafif ipeksi bir görünüme sahip olan kumaştan yapılma, soluk yeşil bir elbise giyiyordu. Üç genç bayan, birbirlerine benzer renkte pembe renkten kıyafetleri giymişlerdi, gümüş başlıkları ve peçeleri, gözleri dışında her şeyi gizliyordu. Tüm bunların, aynı kumaştan eldivenlerle biten bileğe uzanan kolları vardı. İki genç kız, beyaz tülbent benzeri kumaştan birer elbise giymişlerdi, her ikisinin de kulaklarının üzerinde bağladıkları, gümüş rengi çok hafif tülbent bezinden peçeleri vardı; kolları neredeyse omuzlarından birkaç santim aşağıya kadar çıplaktı; parlak yumuşak yüzleri ve arkalarına serbestçe düşmüş, burada ve orada neredeyse görünmez gümüş tokalar veya bantlarla zarif bir düzende toplanmış uzun saçları tamamen ortaya çıkarılmıştı. “Bekâr bir kızın…” derdi atalarımız. “Zarafetinden en iyi şekilde yararlanılabilmelidir; bir eşin güzelliği efendisinin münhasır hakkıdır.” Rehberimin kızları olan bu genç kızlardan biri, babasından miras kalan zengin, yumuşak, kahverengi saçlarını neredeyse tüm bedenini örtecek kadar serbest bırakmıştı, saçları üzerine yansıyan ışığın altında altın rengi ışıltılar saçıyordu. Koyu menekşe rengi gözleri, kopkoyu gür kirpiklerle gölgelenmişti, kirpikleri öylesine uzundu ki gözlerini kapattığında her iki yanağının üzerinde gayet belirgin birer gölge oluşturuyorlardı. Diğer genç kızın saçları, tıpkı annesi olduğunu düşündüğüm kadınınki kadar açık renkteydi -muhtemelen onunki de olgunlaşma çağına girdiğinde altın sarısı rengini alacak olmalıydı- ve sanırım bu mavi ya da gri göz rengi, bu ırkın en büyük karakteristik özelliğiydi. Rehberim, hanımıyla iki ya da üç kelime konuşmuş, zarif bir el hareketiyle beni işaret etmişti, o da saygılı bir ifadeyle başını eğerek, elini daha önce rehberimin yaptığı gibi kalbinin üzerine koymuştu. Diğerleri de onun arkasından, başlarını eğerek selamlamaya benzer bir harekette bulunmuşlardı, hemen ardından da rehberim ve ben oturduktan sonra hepsi yerlerine geçerek oturmuşlardı. Genç bayanlardan biri sol eliyle düzenlediği bir yastık grubunun yanına oturmam için işaret etmişti, bu zamana kadar onların sol ellerini kullandıklarını çok nadir görmüştüm, geleneksel olarak bizim de şeref konuklarımıza sol tarafımıza oturtarak ağırlamamız gibi muhtemelen onlar da aynı düşünceye sahip olduklarından sol tarafı tercih etmişlerdi.
Avlunun başka bir bölümünde üç ya da dört çocuk oyun oynuyorlardı. Bir istisna dışında hepsi, son derece güzel ve sağlıklı görünüyordu, biçim ve hareket açısından kendi dünyamızdaki en mutlu ve en güzel çocuklardan kesinlikle daha az zarif değillerdi. Ses tonları yumuşak ve nazikti ve birbirlerine karşı davranışları da oldukça kibar ve düşünceliydi. Aralarında bulunan talihsiz bir yaratık, her bakımdan diğerlerinden farklıydı. Biraz aksıyor, garip olmaktan ziyade biçimsiz bir bedene sahip gibi görünüyordu ve kötü sağlığından dolayı hem kötü hem de öfkeli bakışları vardı. Onun konuşma tarzı da diğerlerine göre farklıydı, ses tonu huysuz, keskin ve sert, eylemleri ise fazlasıyla kaba ve aceleciydi. Onun bu tavırlarını, annesinin hastalıklı çocuğu olarak fazlasıyla hassas yetiştirilmesinden kaynaklı, bedensel biçimsizliğini baskılamak için geliştirmiş olduğu karakterine bağlamıştım. Onları kısa bir süre izleyerek, küçük yaratığın, kötü huylu, aşırı şımartılmış, doğuştan itibaren kötü yönetilen bir ailenin özelliklerini tüm hareketlerinde tekrar tekrar sergilediğini gördüm; sürekli olarak diğerlerinin oyuncaklarını ellerinden çekip alıyor, ara sıra onları tokatlıyor ya da sıkıştırmaya çalışıyordu. Ancak diğer çocuklar, canları ne kadar yansa da ya da ne kadar sinirlenseler de ona karşı hiçbir suretle kötü davranmıyorlar ya da ona karşılık vermiyorlardı. Kaprisleri artık dayanılmaz hâle geldiğinde arkadaşlarının çoğu geri çekilmişti; buna rağmen, çocuk hiçbir şekide hareketlerinden, ses tonundan ya da davranışlarından geri adım atmamıştı.
Gün batımından hemen önce, genç bir adam saygılı bir selamlamayla yanımıza gelmiş ve rehberimin önünde durarak, efendisinin kısık sesle söylediği sözleri dinlemeye başlamıştı; ailenin reisi kısa bir cümleyle ona bir şeyler söyledikten sonra, genç adam bir işaret yaparak sincap benzeri hayvanlardan ikisine dönmüş ve “ambau” diyerek onların kendisini takip etmesini sağlamıştı. Daha sonra bu yaratıklar mekiğimde kalan, küçük nesnelerden çoğunu içeren iki büyük sepet ya da altından örme fileleri bana getirmişlerdi. Bunları boşaltarak, gardırobumun tamamını ve amaçladığım hediyeler, kitaplar ve çizimlerden oluşan kişisel eşyalarımı, duvarlara sabitlenmiş raflara yerleştirmeye başladığımda, yaratıklar birkaç sepet daha getirmişlerdi. Gemimin hasar almamasına ya da parçalarına ayrılmamasına büyük özen gösterilmişti. Aslında geminin demirbaşlarından hiçbirini getirmemişlerdi ve getirilen eşyaların da hiçbiri ne kırılmış ne de hasar görmüştü. Onları tahsis etme niyetine veya fikrine sahip olmadıkları da aynı şekilde açıktı. Zarif bir ev sahibi olarak rehberim beni zahmete sokmamak için yeryüzünden gelmiş olan konuğunun eşyalarını ayağına kadar getirtmiş ve düzgünce teslim ettirmişti. Bu davranışlarından dolayı onlara teşekkür etmek amacıyla getirmiş olduğum oyuncaklar ve süslemelerden en değerli olanlarını hediye olarak rehberime sundum. En küçük ve en az değerli olanlardan birini kabul etti ve geri kalanını teklifimi reddetmekten ziyade ne olduklarını anlamadığından almaktan kaçındı. Eşyaları bana getiren kişi de aynısını yaptı. Sonrasında, rehberimin ellerine en seçkin mücevherlere dolu olan kutuyu yerleştirerek bunları hanımlara sunması için işaret ettim. Yaşlı hanımlar da rehberimin hareketini taklit ederek, kemerlerini süsleyecek ve elbiselerinin askılarını bağlayacak ya da peçelerini tutturabilecekleri muhteşem mücevherlerden çok daha az güzellik ve değere sahip bir veya iki zevkli kadınsı süslemeyi nezakete kabul ettiler. Beyaz elbiseli genç kızlar, kutu onların ellerine teslim edilene kadar utangaç bir şekilde geride kaldılar, her biri hanımlarının izniyle bazı küçük altın veya gümüş madalyon ya da zinciri seçtikten sonra her biri seçmiş oldukları hediyeleri, minnetlerini ve memnuniyetlerini bildirmek istermiş gibi doğrudan kıyafetlerinin üzerinde taşımaya başladılar. Vermiş olduğum böylesine değerli şeylerin onlar açısından ne kadar değersiz olduğunu gördüklerimden anlamış ve daha sonra bunu neden yaptıklarının tamamen farkına varmıştım. Akşamın gölgeleri düşmeye başladığında, çeşmelerin akışı kesilmişti, daha önce yanımıza gelmiş olan genç adam çatıdaki açıklıkları kapatmak için elektrik düğmesine basmıştı ve son olarak, küçük