Mükerrem Kâmil Su

Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar


Скачать книгу

giyinmiş, sarışın, iri lacivert gözlü bir genç kadın… Bakışları karşılaştıkça daima gülümseyen, ümit veren, vaatlerle dolu, büyük, ateşli gözler…

      Biraz ötede, en müşkülpesent erkekleri yatıştırıp dizleri dibine düşürecek kadar kudretli görünen, muntazam bir kadın başı… Ve nihayet gülen, söyleyen, konuşan, çeken, alıp giden birçok kadın… Fakat hayır. Hiçbiri, artık hiçbiri onun gönlünü ardından sürüyüp alamıyor. O, nefis bir ay ışığı gibi doğalı, ötekiler az ışıklı birer yıldız olmaktan kurtulamayacaklar.

      Etrafındaki erkeklere dikkat ediyor. Evlilerde bile göze çarpan bir heyecan görülüyor. Hele onun pek yakınında oturanlar, ona, bu muhteşem sofrada yardım edebilmek mazhariyetini o kadar açık hissettiriyorlar ki…

      Sermet, ondan kaçırmak istediği bakışlarının, yine onun muğlak bakışlı gözlerine doğru çekildiğini hissediyor, ürpermekten kendini alamıyordu.

      Hayır, hayır… Katiyen bu, diğerlerine, hiçbirine benzemiyordu. Sever gibi olduğu, beğendiği üç genç kız ve zaman zaman hayalinde çakıp sönen bütün ötekiler, hepsi birden birbirine zincirlenmiş gibi çekilip gidiyor; ruhunun enginlerinde başka duygulara yer kalmayacak bir şekilde bir saltanat kuruluyordu.

      Henüz ismini öğrenemediği meçhul bir kadın saltanatı!..

      Onun kim olduğunu düşündüğü dakikada bakışları delice bir çabuklukla uzun parmaklı ellerine değdi. Sol elinin yüzük parmağında tek taşlı, iri bir pırlanta yüzük vardı. O kadar… Demek, demek ince bir halka ile hayatında bir başka kalbin varlığını taşımıyordu. Bu, genç adamın çılgın çırpınışlarla göğsünü yoran yüreğine garip bir ferahlık verdi.

      Yanındakiler ona olan hayranlıklarını ispat edebilmek için en küçük fırsatları kolluyorlardı. Hele solundaki esmer adam! Bir an oldu ki, Sermet, içinde, karşısındaki fazla şık ve bu hayata pek alışık görünen orta yaşlı adamı tokatlamak ihtiyacını duydu. Dövüşmek, ona iltifat edenlerin boğazlarına sarılmak istiyordu. Ve o, tecrübesiz başında kasırgalar koparan meçhul kadın, bir kere bile yüzüne bakmak lüzumunu hissetmeden daima ötekilerle, hepsini kendine azılı birer düşman olarak telakki ettiği erkeklerle meşgul oluyordu.

      Yemek ne kadar devam etti, neler yedi? Yahut yemek istemediklerini ne şekilde reddetti, farkında değildi. Sofra adabına aykırı hareket ettiğini de henüz anlamamıştı. Eğer yakınında oturanlar, hislerinin ince yolları ve arzularının ılık rüzgârı içinde çalkalanmamış olsalardı falsoları çabucak meydana çıkar, alabildiğine gülünç olurdu. Fakat obunları değil, esrarlı bir genç kadın başına bağlanan talihinin kendisini nerelere doğru çekip sürükleyeceğini düşünüyordu.

      Belki onu da diğerlerini olduğu gibi unutabilirdi, yine bir başka cazibeye kapılıp giderek… Fakat şimdilik buna imkân görmüyordu. Konuşurken, gülerken yüzünün ince çizgilerinde tüten manaya baktıkça, dize gelip ona tapmaktan başka aklına bir şey gelmiyordu.

      Salona dönüldüğü zaman yine bir esir gibi onun arkasından sürüklendi. Oturdular. Genç kadının pek yakınında yer aldı. Onun biraz kalın, fakat ürpertiler veren sesini dinlemek, gülüşlerini yakından görmek, bakışlarında çakıp sönen ışıkların büyüsüyle sarhoş olmak, genç kalbinin genç duyguları için önüne geçilmez bir ihtiyaç hâlini aldı.

      İri yapılı, esmer bir adam, çok zengin ve yüksek bir mevki sahibi olduğunu bildiği Hakkı Raşit, herkesten fazla genç kadınla meşgul görünüyordu. Uzun bir konuşmaya dalmışlardı. Sırasında Nahide iğneli sözler söylüyordu. Fakat Hakkı Raşit, ondan gelen her şeyi gülümseyerek karşılıyor, onu her şeyiyle benimsemiş görünüyordu.

      Bir aralık Sermet, mağrur tanıdığı erkeğe karşı içinde kıskançlığı yutan garip bir acıma duydu. Genç kadınla aralarında kalbî bir anlaşma olduğunu düşünerek bozuşmaları ihtimaliyle titredi. Leke düşmemiş yüreğinde, görüp tanıdıkları, hatta hiç tanımadıkları için iyi duygular taşıyordu. Onlarda sevişen iki kalp, fakat sevgilerini karşılıklı bir hırpalanışla gizlemeye mahkûm bir ruh hâleti sezer gibi oldu. Birden, mesut olmalarını, anlaşmalarını, aralarındaki suitefehhümün2 kalkmasını candan istedi. Bu tehlikeli kadın bir başka erkeğin hayatına çekilip giderse dinleneceğini, geniş bir nefes alacağını düşündü ve bu hissine kendi de güldü.

      Bir an lüzumsuzluğunu kavrayamadan onların münakaşalarına karışıverdi:

      “Lakin hanımefendi, Hakkı Raşit Bey size çok kıymet verdikleri için sözlerinizin üstünde bu kadar duruyorlar.”

      Kır saçlı, hâkim bakışlı erkek garip bir gülümsemeyle genç adamın yüzüne baktı. Nahide, Sermet’ten tarafa hafifçe döndü. Bakışlarında ürkütücü ışıklar yanıp söndü. Dudakları nefis bir kıvrımla, ince bir azarı andıran manalarla aralandı:

      “Elbet kıymet verecek!..”

      Elbet kıymet verecek… İnsan ruhları üzerinde ılık bir nefes gibi dolaşan bu ses, genç adamın maneviyatını olanca kuvvetiyle sarstı. Benliğinin hudutsuz yollarında binlerce ses, hep birden dakikalarca bu üç kelimeyi tekrarladı durdu.

      Gözlerine değen koyu renkli bakışlarda neler vardı? O anda Sermet gözlerini yummak, yaşadığı yerlerin havasını değiştiren bu bambaşka kadının ellerine kapanarak “Ölünceye kadar sana bağlı kalacağım! Arkandan yürüyeceğim! Ateşe, ölüme, aşka ve ızdıraba kadar!..” demek istedi.

      Gecenin, tayin edemediği bir saatinde ayrıldıkları zaman Sermet, düştüğü şaşkınlıktan henüz kurtulmuş değildi. O, ardından sürüklenip giden gönüllerin buhranını hiçe sayarak, varlığı etrafında dolanan hislerin ateşini fark etmiyormuş gibi görünerek gecenin karanlığına dalıp gitmişti.

      Otomobilinin uzak bakışlı, sarışın bir göz gibi ışıldayan lambalarına bakarak caddenin bir köşesinde kalan genç adam, kendini ayakta tutabilen kuvvete şaşıyordu.

      Niçin gitmemişti?

      Niçin otomobilin kapısını açan şoförün yerinde değildi?

      Niçin, niçin onun arkasında bir aşk hummasına tutulmuş gibi kendinden geçmişti?

      Rastgele sokaklara dalıp çıkarak neden sonra evine dönebildi. Orada en sevdiği üç şeyin karşısında kalbiyle yüz yüze geldi:

      Annesinin resmi,

      Kütüphanesi,

      Kedisi.

      Annesinin ince yüzünde sanki içli bir hatıranın dumanı tütüyordu. Kitapları her zamanki dost bakışlarının karşılığını boş yere beklediler. Kedisi, boynunu okşamayan sahibinin hüznü karşısında türküsünü kesti. Ve sabaha kadar genç adam masasının başında binbir hayale, vehme, karmakarışık hislere şekil vermeye çalışarak boş yere uğraştı.

      Mahir’e uzun bir mektup yazarak bir gece içinde düştüğü perişanlığı anlatmak istedi, vazgeçti. Çünkü o, bu saçma şeye yine her zamanki gibi gülecek, “Yenisi belirince bu da unutulmayacak mı?” diye eğlenecekti.

      Kendisi de bunun böyle olmasını istiyordu. Onu o kadar erişilmez yüksekliklerde görüyordu ki, hiçbir zaman aşkına cevap veremeyeceğini, kalbinin derin duyuşlarını açığa vurduğu zaman “çılgın” diye hakaret edeceğini, müstehzi bir bakış, kırıcı bir kahkaha ile uzaklaştıracağını düşünüyordu.

      Onu düşünmemek, bir gecenin rüyasını bir daha tekrarlamamak üzere unutmak lazımdı. Kurtuluş ümidiyle, beğendiği, karşılarında zaman zaman zaafa kapıldığı üç genç kızı gözlerinin önüne