Mükerrem Kâmil Su

Çırpınan Sular, Uyuyan Hatıralar


Скачать книгу

vasıfların hepsi Nahide’de mevcut. Daima onu göz önünde tutarak misaller alıyorsun gibi geldi bana, bu neden Mahir? Ne olur, açık konuş.”

      “Şimdiden kıskanmaya başladın, dikkat et ve onu benden değil, ötekilerden, asıl etrafında arılar gibi dolaşan diğerlerinden esirge… Eğer elindeyse…”

      Bir hayli yürümüşlerdi. Bir an ikisi de yorulduklarını hissettiler. Sermet’e kötü bir bezginlik çökmüştü. Arkadaşından ayrılırken ruhunu tırmalayan korkunç bir ses tekrar canlandı: “Dikkat et, ötekilerden esirge…”

***

      Atatürk, seyahatlerinin birinde Balıkesir’e de uğramıştı. Şehir bayram yapıyordu. Mekteplerde, dairelerde, bütün halkta elle tutulur bir heyecan baş göstermişti. O gece, şehir sinemasında Büyük Şef’in şerefine zengin programlı bir müsamere tertip edilmişti.

      Memleketin tanınmış aileleri, daire amirleri, umumi meclis azaları ve bazı muallimler fırkanın davetlisiydiler. Önce “Yıkılan Ocak” adlı bir piyes temsil edilecek, sonra halk opereti zarif vodvillerinden birini oynayacaklardı. Davetliler sık sık ve büyük bir sabırsızlıkla localara bakıyorlar, En Büyük’ün gelmesini derin bir heyecanla bekliyorlardı.

      Son dakikalarda sinemanın salonu holden ayıran perdesi aralandı. Her yeni gelene olduğu gibi yine başlar çevrildi. Bazı kalplerde hisler çırpınmaya başladılar.

      Nahide gelmişti, yanında sarışın bir kızla kır saçlı, kibar bir adam vardı. Vücudunu sımsıkı saran siyah bir manto giymişti. Boynu, mantosunun ince kürk yakasıyla çenesine kadar örtülmüştü. Yüzünün sol tarafını yarı yarıya kapayan az kenarlı, tuvaleti arkaya atılmış şapkası, saçlarının gerisini sarmıştı. Siyah eldivenlerin içinde kaplı kalan zarif ellerinden biri, çantasının madenî sapına dolanmıştı. Bakışlarını rastgele dolaştırmadan emniyetle yürüdü. Yerine oturduğu zaman, gayriihtiyari birkaç baş kendisinden tarafa döndü. Belki topladığı alaka biraz daha genişleyecekti. Fakat o anda coşkun bir alkış tufanı koptu. Herkes sevgi ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Bütün başlar, ortadaki büyük locaya çevrilmişti. Herkes sanki sevgisini, bakışlarının ışığı ile ona ulaştırmak, bağlılığını bir kere daha açığa vurmak ihtiyacında idi.

      Atatürk’ün locasına takılan bakışlar, onu böyle yakından görmenin yarattığı sonsuz saadet içinde sık sık çevrilen başlar, sahne ile zoraki bir şekilde alakadar oluyorlardı.

      Piyes aksamadan yürüyordu. İsraf ve sefahat yüzünden bir yuvanın nasıl yıkıldığı sahnede canlandırılıyor, ara sıra alkışlanıyordu.

      Sıra halk operetine gelmişti. Mavi ipeğin geniş kıvrımları içinde bir akarsu gibi sahnede boydan boya dolaşan genç kız, mimikleri ve jestleri ile herkesi hayran etmeye başlamıştı.

      Çapkın gönlünü bir dala bağlamaya katlanamayan günahkâr güzel, bir araya gelen âşıklarına türlü umutlar veriyordu.

      “Seni mevkin için!” diye ihtiyar paşanın uzun, sivri sakalını okşuyor; “Seni de servetin için!” diye zengin Mısırlının yanağına ince parmakları ile dokunuyor; “Seni de gençliğin için severim!” diye karşısında durduğu delikanlının ateşli bakışlarına ateşle bakıyordu.

      Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Bütün ışıkları yanan şehir sineması, tarihî gecesini yaşamaktan gelen gurur içinde bambaşka bir mana almıştı. Ve bu müstesna gecede genç bir kimyager, aşkına düşmekten korktuğu mühlik5 bir kadının ruhunu saran esrarlı havası içinde, yine gönlü ve kafası ile karşı karşıya bulunuyordu.

      Sahnedeki bir içim su kadar ince, şen, manalı kız, vücudunu saran mavi ipekten sıyrılarak siyahlara bürünüyor; açık renkli gözleri de elbisesinin rengine boyanarak ona durmadan, aynı şeyleri değiştirerek söylüyordu:

      “Birini mevkisi, diğerini zenginliği, bir başkasını da gençliği için severim!”

      Mevki… Mevki nedir? Sırasında dünya gibi fâni bir şey değil mi? Hangi sandalye, işgal edenin malı olmuştur? Ve bundan sonra da olacaktır? Memuriyet makamına “güvercinlik” diyenler doğru söylemişler. Güvercinlerin biri çekilince diğeri yerleşecektir. Kanatlarının altında yuvalarının sıcağını alıp gidenler var mıdır?

      Zenginlik de öyle. Bir kötü talih yahut bir tesadüf veya herhangi bir afet, yıkılmaz sanılan kudreti bir anda yok edemez mi? Ve… Ve gençlik de öyle… Hatta ötekilerden daha kısa ömürlü…

      O, hâlâ kendi kendine bile sevdiğini itiraf edemediği, fakat beğendiğini, tesirinden kurtulamadığını şiddetle hissettiği kadına ebedî olan bir şey vermek istiyor. Ama ne? Sadece kalbi mi? Bu kâfi gelse… Fakat kalbe de ölmez demek doğru mu? Mademki bir gün gelip duracaktır. Şu hâlde!..

      Mahir, genç kadının oturduğu koltuğa dalgın dalgın bakan arkadaşını kolundan çekti. Kısık bir sesle “Dikkat et. Yanındakiler sana bakıyorlar.” dedi. “İşin farkına varırlarsa ikiniz için de iyi olmaz!”

      “Bana artık her şey vız gelir.”

      “Kendi başına gelecek şeyler sana vız gelebilir ama ona hayır. Düşünmelisin ki o, hürmete layık, gururunu hiçbir şeye feda etmeyen bir kadındır. İsmi etrafında şüphe bulutu dolaşmamalı.”

      “Bana ilk günlerde, onun için yananlardan bahsetmiştin. Bu aşklar yahut bu alakalar dedikodu mevzusu olmadılar mı?”

      “Oldular belki… Fakat Nahide, o masum sergüzeştlerden6 daima alnı açık çıktı.”

      “Muhit onun temizliğine inandı mı?”

      “Belki evet, belki hayır!”

      “Korkma dostum. Ona benden kötülük gelemez. Çünkü onu, ölmüş annem kadar mukaddes tanıyorum.”

      “Görüyorum ki, her geçen gün seni biraz daha ona yaklaştırıyor.”

      “Maalesef.”

      “Hani görmeyecektin? Kaçacaktın?”

      “Elimden gelmiyor. Ondan uzak olduğum sıralarda verdiğim kararlar, ona rastladığım zaman denize serpilmiş bir avuç tuz gibi tesirsiz kalıyor. Korkarım ki, bir gün gelecek, ya o yahut hiç kimse, diyeceğim.”

      “Senin gibi bir fen adamının ağzından bu sözleri dinlemek beni bir hayli şaşırtıyor.”

      “Belki de eğlendiriyor.”

      “Yok, o kadar da değil. Macera düşkünü bir adamım diye hislerimin de dumura uğradığını sanıyorsan, sen de haksızlık ediyorsun.”

      “Şu hâlde, aynı suretle, fen adamlarının da hisle alakalarının kesilmiş olduğunu tasavvur etmemek lazım. Fenle meşgul olmak, aşkı hiçe saymak demek değildir.”

      Yine gür bir alkış sesi sinemanın duvarlarına çarpa çarpa derin bir uğultu yarattı. “Yaşa!” sesleri içinde En Büyük Türk uğurlanıyordu.

      Sinemanın önündeki otomobil dizisi hep birden hareket etti. Karşıki Fenerci Sokağı’na dizilen paytonlar, caddenin ıslak yüzünden tekerleklerinin lastiklerini geçirdiler.

      Nahide, sarışın genç kızla arabanın arkasına yerleşti. Yaşlı adam karşılarına oturdu. Gocuğuna sarılan arabacı, kamçısını hayvanların nemli sırtlarında dolaştırdı. Onlar da çabucak Anafartalar Caddesi’nde yol aldılar.

      Mahir, Sermet’in koluna girdi.

      “Gel, muhallebiciye girelim. Vakit epey geç.”

      “Canım bir şey istemiyor.”

      “Aşk karın doyurmaz.