M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

dedi. “Sıra şimdi senin. Söyle gördüğün düşü!”

      Seher’in yüzü belli belirsiz kızarmıştı, daha doğrusu yanaklarındaki yarı kırmızı, yarı beyaz renk yerine tam bir kızıllık gelmişti. Yüzündeki benler bu geniş kızıllık arasında minyatürleştirilmiş bir şafak üstüne serpilmiş gece kırıntılarını andırıyordu ve siyah kaşlar, aynı şafağa açılmış minimini iki zarif kemer gibi parlak görünüyordu.

      Söylemek ihtiyacı yüreğinde, söylememek kaygısı kafasında şahlanarak birbirine saldırır gibi olduğundan kelimeler boğazında düğümleniyordu, garip bir iç meddücezri geçiriyordu. Nihayet kadınlığından imdat gördü, hızlı bir zihin ameliyesi yaptı, nakledeceği hikâyeden bir kısmını sır olarak kendine alıkoydu, üst tarafını kocasına dinletti:

      “Rabb’im hayırlara tebdil etsin, düşümde seni gördüm. Telaşlıydın, sağa sola koşuyordun. Bir aralık sadrazam efendimiz ortaya çıktı. Sarığı dardağandı, kılığı perişandı. Dayak yemişe benziyordu. Yorgundu, bitkindi. Ağlar gibi bir sesle sana bir şeyler söyledi. Sonra duman olup uçtu. Sen yalnız kaldın. Biraz daha dolaştın. Sonunda yanıma geldin, ahlayıp pufladın. Ağlayıp sızladın. Benim yüreğim kabardı, içime hafakan bastı. Nefes alamıyordum. Sen bu sefer kendi derdini unuttun, beni elimden tutup bahçeye çıkardın. Bir ağaç altına oturttun. Yüzümü okşadın, parmaklarını taraklaştırıp saçlarımı düzelttin. O sırada, nasıl oldu bilmem. Bir yabancı peyda oldu. Altında oturduğumuz ağacın kökünü kazdı, koca bir küp çıkarıp önümüze koydu. Küpte sarı sarı altınlar, yeşilli kırmızılı taşlar, dizi dizi küpeler, bilezikler vardı. Sen de ben de sevinç içindeydik. Altınları, yakutları avuçlayıp duruyorduk. Fakat onlar ansızın canlanıverdi, kovandan fırlayan oğul arısı gibi vızlayarak uçtu, kayboldu. Sonra sen de uçtun, o adam da uçtu, bahçe de uçtu. Ben ıssızlıklar içinde yapayalnız kaldım. Titreye titreye uyandım. Şimdi bile söylerken titriyorum.”

      Seher, rüyasından bir kısmını değiştiriyor ve bir kısmını saklıyordu. O, sihirli küpü yerden çıkaran adamın çok güzel bir delikanlı olduğunu ve altınlarla elmasların, yakutların, küpün, bahçenin, Kara Süleyman’ın uçup gidişinden sonra onunla baş başa kaldığını görmüştü. Uyanınca da delikanlının kendi yüreğine yaslanıp durduğunu sezmişti. Fakat bunları söylemeyerek sadece zihninden geçiriyordu ve kocasının yırık yırık olmuş porsuk yüzüne bakarken gene o delikanlıyı görerek iliğine kadar kızarıyordu. Geçip giden rüya, bu genç ve dinç kadın için şimdi silinmez bir hülya mevzusu olmuştu. Uyandığından beri onunla oyalanıyordu ve yüreğinde adını sanını bilmediği taze bir erkeğin sıcaklığını duyup boyuna terliyordu.

      Kara Süleyman, Tophaneli kadının gördüğü rüyanın tesiri altında bulunduğundan adamakıllı heyecanlanmıştı, karısının sözlerini kelime kelime tartarak bir mana çıkarmaya savaşıyordu. O, rüyalara inanan bütün çağdaşları gibi, tabir denilen, rüyaya mana vermek keyfiyetinde beyazı kara, ölümü hayat, soğuğu sıcak olarak almak, yani düşte ne görülmüşse onun tersi çıkacağına hükmetmek lazım geldiğine kanaat besliyordu. Lakin Tophaneli kadının rüyası, tam bir hakikat hâlini aldığı için karısı tarafından görülmüş olan şu rüyanın da birtakım hadiselere işaret teşkil edebilmesi ihtimalini kabul etmek zorunda kalıyordu, için için üzülüyordu.

      Bu üzüntü biraz sonra vesvese derecesine yükseldiğinden yerinde duramadı:

      “Pirelendim Seher.” dedi. “Gördüğün düş, boşa benzemiyor. Beni giyindir de Babıali’ye gideyim, etrafı kollayayım. Belki bir değişiklik vardır.”

      Kara Süleyman, Sadrazam Deli Abdullah Paşa’nın baştebdili idi. Bu unvan, o devirde muhtelif manalar ifade ederdi. Mesela tebdil hasekisi sözünden saray seyislerinin başı olan adam anlaşılırdı. Sadrazam tebdilleri ise şimdiki taharri memurları gibi bir şey olup icabında kılık değiştirerek vazife görürlerdi.

      Yalnız şu var ki, Tanzimat Devri’ne kadar hükûmet memuriyetleri makama değil eşhasa bağlıydı. Söz gelimi sadrazam tebdilleri hükûmet memurları olmayıp kapısında çalıştıkları kimsenin adamları sayılırlardı. Çünkü devlet hazinesinden aylık almazlardı, efendilerinin verdiği para ile geçinirlerdi. Bundan ötürü de sadrazam değişince onların vazifeleri bitmiş olurdu.

      Şu bakımdan Kara Süleyman’ın gösterdiği telaş yerindeydi. Karısının düşü doğru çıkıp da sadrazamın başına bir felaket gelirse kendisi açıkta kalacak ve yeni bir kapı buluncaya kadar sıkıntıya uğrayacaktı. Gerçi o, cebi deliklerden değildi, haylice dünyalık sahibiydi.

      Fakat genç ve güzel Seher’e “sadrazam baştebdilinin karısı” denilmesindeki zevkin sönüp gitmesini istemiyordu. Bu sıfatı o, oynak ve kıvrak eşinin başına konmuş bir taç saymaktaydı. Bu tacın düşmesiyle o nefis başın biraz kel kalacağına inanıyordu. Onun için sadrazamın yerinde kalmasını gerekli buluyordu ve efendisinin bir kazaya uğraması ihtimalini düşündükçe hafakanlar geçiriyordu.

      Bu karı koca Üsküdar’da eski Valide Camii’ne yakın bir sokakta oturuyorlardı. Evleri, içtimai seviyelerine uygun olup beş odalı ve bahçeliydi. Yuvalarına yabancı sokmak istemeyen kuşlar gibi onlar da aralarına hizmetçi almıyorlardı. Kadın bu yalnızlıktan muzdaripti, kendisini deveye eş olmuş ceylan yerine koyup hayıflanıyordu. Erkek, tabiatıyla bahtiyardı. Renk ve koku bakımından güle, şakraklık bakımından da bülbüle benzettiği karısıyla baş başa yaşamakta sonsuz bir saadet duyuyordu, dünyada cennet hayatı geçiriyordu.

      Bu ömrün herhangi bir suretle lekeleneceğini düşünmek bile Kara Süleyman’ı çıldırtabilirdi. Onun için çarçabuk giyindi, yüreğine yapışan vesvese kurdunu bir ayak önce söküp atmak ihtiyacıyla kamçılana kamçılana kıyıya indi, bir kayığa atladı, üç akçe bahşiş vaadiyle kürekçiyi hırslandırarak kayığa azami hızı verdirdi ve karaya çıkar çıkmaz da sızılı dizlerinin tahammülünü düşünmeden tırısa kalkıp Babıali’ye ulaştı.

      Felaket!.. Eşiğinde en cesur başların eğildiği, en gür seslerin kısıldığı o büyük daire acıklı bir kargaşalık, elemli bir vaveyla içindeydi. Katar katar atlar, küme küme insanlarla karışmıştı. Kimin kişneyip tepindiği, kimin ağlayıp sızladığı seçilemiyordu. Şurada bir adam, sandığını yükletecek hayvan; beride bir at, yularını tutacak insan arıyordu. Merdivenlerden inenler çıkanlarla göğüsleşiyor, sofalarda karamboller yapılıyor, eşya denkleri köşeden köşeye sürükleniyor, tasviri güç bir hercümerç Babıali’nin temelini sakfine3 ve sakfini temeline çıkarıp indiriyordu.

      Kara Süleyman daha uzaktan, yıkılmış bir ikbalin ahuvahını sezdi, henüz üç beş saat önce her şey olan efendisinin şimdi bir hiçe munkalip olduğunu anladı, ruhi ıspazmozlar içinde yıkılıp kalkarak o canlı girdap içine girdi ve ilk rastladığı adama sordu:

      “Ne var, ne oluyor?”

      Dolgun bir heybeyi o kasırgalar âlemi arasından çekip kurtarmaya savaşan adam homurdandı:

      “Deli Abdullah Paşa sürgüne gitti!”4

      “Niçin?”

      Herif omuzlarını silkti, yürüdü ve kalabalık arasında kayboldu. Kara Süleyman karısının hayaliyle baş başa kalmıştı ve öksüz bırakılan sualine o hayalin cevap verdiğini duyuyordu:

      “Duman olup uçtu, duman olup uçtu!..”

      Fakat o hayal yalnız bunu söylemiyordu, boyuna anlatıyordu:

      “Sen de uçtun, bahçe de uçtu, ev de uçtu!..”

      Mutlak