M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

düşüp giden dilber

      Musa’m eğlendi gelmedi,

      Yoksa yolda yol mu şaştı,

      Musa’m eğlendi, gelmedi. 6

      Ağzıyla değil, ruhuyla ırlıyordu. Ses, hançeresinden değil, yüreğinden çıkıyordu. Bundan ötürü güfte dayanılmaz bir feryat, beste de gönüllere hercümerç veren bir fırtına oluyordu.

      Süleyman, vect içinde sallanıyor, rüzgâra tutulmuş kalın bir dal gibi garip sesler çıkara çıkara kıvranıyordu. Fakat Seher ona nispetle yüz kat daha fazla heyecanlanmıştı. İdraki titreyerek, kalbi titreyerek ve bütün vücudu titreyerek eşiğin önünde gözyaşı döküyordu.

      Hüseyin, başka bir âlemde bulunuyormuş ve yalnız duygularıyla baş başa kalmış gibi görünüyordu. Karşısında sallanıp duran adamı görmeyerek, gece veya gündüz içinde mi bulunduğunu sezmeyerek, muhitle ilgilenmeyerek, sanat aşkını terennümde devam ediyordu. Varsağıdan sonra, gene bir kayabaşı bestesiyle şu parçayı ırlamaya başlamıştı:

      Sevdiğim cemalin çünkü göremem,

      Çıkmasın hayalin dili şeydadan,

      Eşiğine çünkü yüzler süremem,

      Alayım kokunu bâdi sabadan!

      Bu şiiri okurken göremediği, doya doya seyredemediği sevgiliyi odanın boşluklarında arar gibi yanık bir avarelikle gözlerini sağa sola çeviriyor ve ara sıra yetim bakışlarını eşiğe koşturarak görünmez bir hayalin izini araştırıyordu. Onun rüzgârlardan sevgiliye ait bir koku aradığını söylerken takındığı hasta vaziyet, bilhassa samimi idi. Kara Süleyman bile coşkun bir tahassüs içinde bulunmasına rağmen, o hâlin farkında oldu:

      “Be oğlum!” dedi. “Tutkuna benziyorsun. Yalnız sesin değil, her yanın ağlıyor!”

      Heyecanını damla damla gül yanaklarında şebnemleştiren Seher de Hüseyin’in boşluklarda avare avare dolaşan gözlerini, ara sıra eşiğe dökülen bakışlarını görerek buhranlar geçirmekte idi. İçinden yükselip gelen bir ses ona “Gir, odaya gir. Bu yetim bakışları okşa!” diyor ve kadınlığının bütün ihtirasları ayağa kalkarak kendisine çılgınlıklar teklif ediyor gibiydi.

      Bu hâl, belki bir saat, belki iki saat sürdü. Hüseyin’in hançeresi yoruldu, sesine mecalsizlik geldi ve ırlama faslı kendiliğinden kesildi.

      Kara Süleyman da karısı da uzun süren bir yürek kasırgasından kurtulmuş gibi, sersem bir haz ve mahzuz bir hayret içinde idraklerini toplamaya çalışıyorlardı. Yorgun yorgun, bulundukları yerde düşünüyorlardı. Süleyman, uzun bir sükûttan sonra, derlenip toplandı:

      “Eh!” dedi. “Hakkın varmış. Sesin Davut Peygamber’inki kadar güzel. Hocalar o ırlarken demirin eridiğini söylüyorlar. Sen, adamın yüreğini eritiyorsun. Tanrı kem nazardan esirgesin. Bir gün bu sesle sen saraya meyzinbaşı olursun!”

      Ve Hüseyin’in cevap vermesini beklemeden ilave etti:

      “Beni şevke getirdin amma yoruldun. Döşeğini sereyim de yat. Yarın gene görüşürüz.”

      Seher, yüreğini eşikte bırakarak ve genç misafirin hayalini kucaklayarak başka bir odaya kaçarken Hüseyin ev sahibine cevap verdi:

      “Yatalım ağa. Uyumak, uyanık durmaktan iyi. Çünkü bahtı kara olanlar yalnız uyurken gülerler!”

      Kara Süleyman, alık bir tebessüm içinde hayretini haykırdı:

      “Neler de biliyorsun, neler, seni dinleyenler Gülhane’de bel sallayan toy bir delikanlı değil de güngörmüş müderrislerle konuştuklarını sanacaklar. Şu küçük ağıza bu büyük sözler hiç yakışmıyor!”

      Biraz sonra güzel sesli misafir, temiz bir yatağın içinde mışıl mışıl uyuyor, Seher de kocasının horultuları arasında sevimli konuğun hayaline yüreğinin bestelediği ninnileri fısıldıyordu.

***

      Seher, şafağı yüreğinde bularak uyandı, geceyi yatağında uyur bırakarak sofaya çıktı, ayağının ucuna basa basa beriki odanın eşiğine yanaştı, gözlerini mahut deliğe yapıştırdı, içeriyi görmeye çalıştı. Onun uykuda nasıl göründüğünü anlamak ve mehtabın yatağa nasıl uzandığını seyretmek istiyordu. Fakat misafiri uyanmış ve giyinip kuşanmış gördü. Telaşa düşerek hemen merdivene atıldı, koşar gibi inerek mutfağa girdi, bir sabah çorbası hazırlamaya koyuldu. Eli işte, kulağı kirişte, gözü ise hep onun hayalindeydi.

      Sabahın serin beyazlığından bir göl okşayışı sezinsiyordu ve ruhunun bu gölde yıkandığını kuruntulayarak tatlı ürpermeler geçiriyordu. Fakat içinde anlaşılmaz bir kaynayış, bir yanış vardı. Ziyayla, seherî serinlikle yıkanmak, o iç ateşine sükûn veriyordu. Hüseyin’in, o genç kudretin kollarında sallana sallana serinlemek için dayanılmaz bir iştiyak duyuyordu.

      Kocasının kalın sesi, bu dalaletli kuruntulardan onu çekip çıkardı. Herif, merdiven başından emirlerini haykırıyordu:

      “Hu, küldöken.7 Sofrayı bahçeye kur. Biz bir ağaç altı sohbeti yapacağız.”

      Yüreğini yakan güneşi doya doya seyredebilmek ümidiyle hırslanan kadın, bu emri çarçabuk yerine getirdi, bir badem ağacının altına iki minder koydu, Eyüp işi sofra altlığı üzerine siniyi yerleştirdi, uçları işlemeli kenar havlusunu fırdolayı siniye iliştirdi, un çorbasıyla baldan, kaymaktan ibaret olan kahvaltıyı ayrı bir tepsi içinde sofranın yanına bıraktı, kahve takımını ve küme küme ateş dolu mangalı bahçeye indirdi, sonra yukarı çıktı, kocasıyla konuğun oturdukları odanın önüne geldi, kapıya üç fiske vurdu. Bu, kadın sesinin yabancılara duyurulmasına müsaade edilmeyen bir devirde o sese vekâlet eden işaretlerdendi. Fakat Seher o gülünç âdete uyarak sofranın hazır bulunduğunu hafif üç fiske ile kocasına haber verirken tabii olmaktan çok uzaktı. Parmaklarının kapıya değil, genç misafirin tenine temas ettiğini zannederek titriyordu ve o işaretten bir gönül selamı sezinseneceğini kuruntulayarak mahzuz bir sarsıntı geçiriyordu.

      Erkekler bahçeye inerken o, içine kapandığı odanın kapısını aralık bırakarak Hüseyin’i uzun uzun teşyi etti. Sonra kafesin arkasına oturup delikanlıyı -ferih ve fahur- temaşaya daldı. Sofrayı böyle bir seyre müsait olacak yere kurduğu için dilediği kadar ve doya doya genç konuğu tetkik edebiliyordu.

      Onlar neşeli bir iştiha içinde çorbalarını içerken, genç ömrünü sızılı bir çift bacağa bakıcı yapmak felaketiyle iki üç yıldan beri inleyip duran kadın, karmakarışık düşünceler geçirip duruyordu. Güzelliklere alışıldığı gibi, çirkinliklerle de ülfet husule gelir. Seher, bu tabiat kaidesi dışında kalmış değildi. İlk izdivaç günlerinde tiksine tiksine yanına yaklaştığı geçkin ve hasta kocasına yavaş yavaş alışmış bulunuyordu. Evvelce onun sızılarını avuçlarında dindirmeye uğraşırken parmaklarının, kalbinin ve gözlerinin sızladığını hissederdi. Gene evvelce onun yorgun gözlerine bakarken içine elem dolar ve ömründen parça parça bir şeyler döküldüğünü sanarak ağlamak ihtiyacını duyardı. Sonraları bunlar, bu demlenmeler geçmiş ve kocasıyla münasebeti tabiileşmişti.

      Fakat şimdi ilk günlerin tiksintileri, acıları -hem de toplu olarak-içinde şahlanıyordu. Hatta eşinin bacaklarındaki o dinmek bilmez sızıları da kendi parmaklarında -sabunla yıkanmaz, dağlanmakla çıkmaz bir kir gibi- kümelenmiş görüyordu.

      Bu hissî değişikliği yapan, kocasıyla konuğunun yan yana bulunuşuydu. Seher, kendine tasarruf eden erkekle, kendisinin tasarruf etmek istediği