M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

tesliyeti karısının gülen gözlerinde bulmak istedi. Tebdiller koğuşundaki eşyasını tesadüflere emanet ve daha doğrusu feda ederek Babıali’den ayrıldı.

      Bir serap kovalayan çöl avareleri durumundaydı. Beyninde bir susayış, bir kavruluş duyarak ve uzak bir serap hâlinde benliğini çeken karısının billur endamını hedef tutarak şuursuz adımlarla koşuyordu. Sokağı görmüyordu, evleri fark etmiyordu, insanların geçişini sezmiyordu. Hummaya tutulmuş bir dimağın yangınını taşıyarak göz bebeklerinde beliren seraba doğru uçuyordu. Dizlerinin sızısı da sanki dinmişti. Beynindeki ateş o sızıya merhem olmuşa benziyordu.

      Bu hâlle bahçe kapısına geldi ve burnuna deniz kokusu çarpınca yüreği ferahladı. Kovaladığı serap işte bu geniş suyun ortasındaydı; kendisi kuru, kupkuru bir kum deryasını aşar gibi denizi -yana yana-geçerek o seraba, hakiki suya kavuşacaktı. Bu düşünce ile adımlarını biraz daha genişletti, kayıkların bulunduğu yere doğru kıvrıldı.

      Artık şuuru aydınlanıyordu, eşyayı ve eşhası seçebiliyordu. Serap, o muattar ve ilahi hedef gene göz bebeklerinde nazlı nazlı açılıp kapanmakla beraber biraz evvelki idrak durgunluğu ve körlük silinmişti. Düşünüyor, görüyor ve adımlarının nereye gittiğini biliyordu. İşte bu sırada kulağına genç bir ses çarptı:

      “Uğurlar ola Süleyman Ağa. Ne bu dalgınlık?”

      Mukaddes serabı kaybetmeden durdu, gözlerinin nurunu ve şuurunu o serabın şeffaflığı arasından geçirerek önüne dikilen adama baktı. Bu, on yedi on sekiz yaşlarında bir delikanlı olup genç irisi denilen soydandı. Ziyası bol, suyu bol topraklarda yetişen fidanlar gibi tabiatın çizdiği çerçeveyi ve zaman mefhumuna bağlı nispetleri aşarak yaşına sığmayan bir olgunluk elde etmişti. Boyu, omuzları, boynu kemale ermiş bir erkek kuvveti teressüm ettiriyor, fakat yüzünde masum bir gençliğin tatlı saffeti gülümsüyordu. Onda yazılmadan ciltlenmiş bir kitap hâli vardı. Kabına aldananların, kalın bir hacim taşıyan sahifelerini açınca beyaz bir boşluk görüp şaşmaları muhakkaktı.

      Kara Süleyman, hummalı dimağına şifa verecek, ruhundaki susuzluğu giderecek seraba bir ayak evvel kavuşmak ihtiyacıyla için için kıvranmasına rağmen duralamaktan geri kalmadı:

      “Sen misin Hüseyin?” dedi. “Ne işin var burada?”

      “Dolaşıyorum, hava alıyorum.”

      “Gene Gülhane’de misin?”

      “Evet, oradayım.”

      “Rahatsın, değil mi?”

      “Rahatlığım yerinde amma gönül şen değil!”

      “Neden?”

      “Boyuna çapa sallıyorum, toprak belliyorum. Neredeyse ellerim nasırdan çorapsız ırgat tabanına dönecek.”

      “Çalışmak iyi şeydir Hüseyin. Ya işsiz kalıp sürünsen niderdin?”

      “Beni anam, Arnavut beli, bostan beli, sakız beli sallamak için doğurmadı ağa. Boğazımda binbir çeşit rüzgâr dizili duruyor. Ben, dinleyecek kulak bulursam, onları üfürmek, boyuna şarkı ırlamak isterim. Kör talih, sesimi boğazımda mahpus tutuyor, beni bahçe belletmekte kullanıyor.”

      “Sesin o kadar güzel, öyle mi?”

      “Bana öyle geliyor. Gülhane’de dinleyenler de aşka gelip karşımda göbek atıyor. Gelgelelim ki öttüğüm yer uşak koğuşu, dinleyicilerim saksağan.”

      Kara Süleyman bir nebze dalgınlaştı, kaşlarını çatarak düşündü. Bu genç irisini iki yıl evvel Gülhane’ye yerleştiren kendisiydi. Onu kapı tokmaklarını çala çala iş ararken görmüş, gençliğine ve güzelliğine acıyarak bir dostuna tavsiye etmek suretiyle sürünmekten kurtarmıştı. Bu yüzden aralarında baba-oğul münasebetine yakın bir alaka vardı. Çocuğu böyle serpilip gelişmiş, bir aslan yavrusu hâlini almış görünce sevindiği gibi, onun şarkı ırlamak hevesiyle yanıp tutuşmasına da acımıştı.

      Kendisi -altmış yaşına vardığı, bir düzine kadar kadın alıp boşadığı hâlde- henüz babalık zevkine ermiş değildi. Şimdi bu zevke karşı daha acıklı bir tahassür duyuyordu. Hüseyin’e kalbinde yer vermek ihtiyacına kapılıyordu. Aynı zamanda onun sesini de merak ediyordu ve efendisiyle işini kaybetmekten doğma elemini güzel karısıyla paylaşmaktan ise o elemi şu gencin tatlı terennümleriyle avutmak istiyordu.

      Bu mülahazalar sonunda kararını verdi:

      “Zabitlerin darılmazsa bize gidelim, bu geceyi beraber geçirelim. Zaten canım da sıkıntılı. Sadrazam sürüldüğü için işsiz kaldım. Evde kötü kötü düşüneceğime seni dinlerim, sesin iyi ise şevke gelip derdimi unuturum.”

      Hüseyin, izinli olduğunu söylediğinden tereddüde yer kalmadı, genç ve ihtiyar yoldaşlar kol kola girdi, bir kayık tutuldu, konuşula konuşula Üsküdar’a ulaşıldı.

      Seher, kocasının bir misafirle geldiğini görünce mutfağa kapanmıştı, düşüne ait haberleri orada bekliyordu. Kara Süleyman sıkı bir deraguş ve sürekli bir buse sağanağı arasında felaketi anlattı, rüya keyfiyetine temas etmeyerek sadece sadrazamın azlini söyledi.

      “Tasalanma.” dedi. “Allah büyüktür. Bugün bir kapı kaparsa yarın bin kapı açar. Elverir ki, sen ve ben sağ olalım.”

      Güzel kadın, o devrin tevekkül felsefesine candan bağlı olduğu için bu gibi sözleri dinlemekten müstağni idi. O sebeple kocasının sözünü kesti:

      “Bir Köroğlu bir avradız, nasıl olsa geçiniriz. Köşemizde üç beş kuruşumuz da var. İlegüne yüzsuyu dökecek değiliz. Hiç üzülme, keyfine bak. Fakat biraz paça ile pilavdan başka yemeğimiz yok. Getirdiğin konuğa ne yedireceğiz?”

      “Konuk dediğin, bizim Gülhane’deki Hüseyin’dir. Maşallah büyümüş, yiğit olmuş. Biraz ırlasın diye aldım, getirdim. Önüne ne koysak yer. Hazırdaki yemeklere bir de kaygana kat, hepimize yeter!”

      Bir iki saat sonra Süleyman’la Hüseyin sofradan kalkmışlardı, birer mindere bağdaş kurup dertleşiyorlardı. Seher de ayaküstü üç beş lokma atıştırıp ve bulaşıkları yüzüstü bırakıp hırsız yürüyüşüyle sofaya çıkmıştı, gözünü anahtar deliğine uydurarak onları gözetliyor, sözlerini cankulağıyla dinliyordu.

      O, garip bir heyecan içindeydi. Şu memnu5 temaşadan hem haz hem elem duyuyordu. Üç mumlu bir şamdanın aydınlatmaktan ziyade soluk gölgelerle beneklediği geniş oda içinde hasta bir hazan ile dipdiri bir baharın konuştuğunu görmekten haz alıyordu. O hazanın kendi koynunda yaşadığını düşünmüyordu. Yalnız ötekinin, o genç misafirin, kocasıyla karşılaşmak yüzünden bambaşka bir dirilik, bir tazelik ve güzellik tecelli ettirdiğini seyrederek mahzuz bir heyecana kapılıyordu. Fakat bir gece evvelki düş de kafasında canlanarak o tatlı heyecana elem katıyordu. Çünkü sadrazamın duman olup uçuşundan düşün doğruluğu seziliyordu. Şu konuğun da o rüyanın sonunu gerçekleştirmek için evlerine gelmiş olması, acaba muhtemel değil miydi?..

      Gülhaneli Hüseyin, gerçi düşte gördüğü delikanlının aynı değildi, lakin onun gibi gençti, onun gibi güzeldi ve bilhassa onun gibi içine sarsıntı, iliklerine yanıklık veriyordu.

      Seher, o günün sabahından beri yüreğinde erinip gerinen ve beynine tatlı bir karışıklık getiren hayalin o dakikada silindiğini, yerine Gülhaneli Hüseyin’in geçtiğini sezerek bir iç sarhoşluğuna uğrarken Kara Süleyman misafirine teklif etti:

      “Irla artık. Söz tükendi, sıra sese geldi!”

      Bu teklifi duyan Seher, hemen durumunu düzeltti, ellerini biraz daha sıkarak dizlerine perçinledi,