M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

hesabına da istifade etmek isteyerek yerinden fırladı, yarım yamalak örtündü, bahçeye çıktı, dostlukları kırılmak ve elleri birbirinin boğazına geçmek üzere bulunan iki erkeğin arasına girdi.

      “Definede…” dedi. “Benim de payım var!”

      Kara Süleyman bu müdahaleden ilkin sinirlenecek, karısını yumruklaya yumruklaya geri çevirecek oldu. Fakat ortada yatan muazzam servetin cazibesinden kurtulamadığı gibi defineyi genç adamın eline bırakıp oradan uzaklaşmayı da doğru bulmadı. Izdıraplı bir tahammülle karısının -başörtüsü altında açık duran- yüzüne baktı.

      “Ağzının payını…” dedi. “Almadan çekil, elinin hamuruyla er işine karışma. Biz baba oğul uzlaşırız.”

      Kadın aldırış etmedi, yerdeki pırıltıları gölgede bırakacak kadar ışık püsküren gözlerini delikanlının yüzüne dikti, iki parça kızıl yakutun otuz iki inciye dayanarak dile geldiği zehabını uyandıran billur bir eda ile yalvardı:

      “Dalaşmayın, anlaşın, bir dost yüreği, yerinde bin hazineden daha çok işe yarar. Siz de iki üç akçe için yüreklerinizi değiştirmeyin!”

      Hüseyin, sersem ve perişan, ona bakıyordu. Hayran hayran onu dinliyordu. Genç iradesine çelik bir ihtiras işleyen define şimdi bir moloz gibi yüzüne çirkin görünüyordu ve karşısında lahuti teraneler püsküren güzellik hazinesindeki rengi, nuru, ıtırı ölçmeye savaşıp bön bön yutkunuyordu.

      O, kadının bekâr erkeklere ancak rüyada göründüğü bir devre mensuptu. Henüz evlenmemiş gençler o devirde dişinin kokusunu belki alırlar, lakin bu nefis ıtırın kaynağını hep örtülü görürlerdi. Hemen her bekâr erkek, ruhunda zulümat10 âlemlerine dalıp abıhayat arayan efsanevi insanların tahassürü yaşardı. Masallarda bu tahassür, acıklı bir hüsran ile nihayetlendiği gibi hakikatte de kadın iştiyakı müspet bir netice vermezdi. Bekârların çoğu kadın elinden içilen aşk zemzeminin tadını bilmezdi. Vaizler, cehennemi ağızlarında dolaştırarak; asesler, subaşılar, kadılar baskın, tomruk, falaka ve recm cezalarını sokak sokak gezdirerek kadından aşk kevseri içmek isteyenlerin ödlerini koparırlardı. Bu yüzden memnu aşklar kahramanlık mevzusu oluyordu ve âşıkların menkıbeleri dillerde dolaşıyordu.

      Hüseyin de kadını buluta sarılı meçhul bir yıldız gibi daima örtülü görenlerden biri idi. Anasının, kız kardeşlerinin ve mahremlerinin şahıslarında bir kadın simasının nasıl olabileceğini, bir kadın sesinin nasıl bir tınnet taşıdığını görmüş ve duymuştu. Lakin aşk kadınının ne yüzünü görmüş ne sesini işitmişti. Ondan ötürü Seher’e bakarken, Seher’i dinlerken beyninin bütün hücreleri yerinden oynuyor, yüreğinin altı üstüne geliyordu.

      Onda, yalnızlığa mahkûm bir ömrün uzun ve yetim uykularından birini bitirip de gözünü açtığı zaman yanı başında Havva’yı görerek beşeriyetin ilk kutsi heyecanını duyan Âdem şaşkınlığı vardı. Din kitaplarında bir rivayet olarak okunan bu ezelî hayranlık Hüseyin’in masum benliğinde bir hakikat olmuştu ve genç adam, tabiatın insanlara layık gördüğü en büyük hazza -fakat şaşıra şaşıra- kavuşuyordu.

      Seher, şuurlu bir ateş hâlindeydi, nereye temas ettiğini ve nasıl bir yangın tutuşturduğunu seziyordu. Aynı zamanda mesut bir gurura kapılmıştı. Genç ve bakir bir kalbe alev dökmekten sevinç duyuyordu. Lakin vaziyetinin nezaketini de unutmuyordu. Para hırsıyla kocalık duyguları arasında bocalayan eşinin bir lahzada tekevvün etmek üzere bulunan sevda âlemine karşı kayıtsız kalamayacağı belliydi. Onun için gözlerinin ışığını Hüseyin’in üzerinden çekerek Kara Süleyman’a döndü.

      “Haydi…” dedi. “Paylaşın. Benim de payımı verin!”

      Kadın, ortada sürünen servetin üçte ikisini eve mal etmek suretiyle kocasının emeline çok uygun ve çok yakın bir uzlaşma teklif ediyordu. Hüseyin’in bu teklife rıza göstermesi, büyük bir fedakârlık olacaktı ve Kara Süleyman böyle bir neticeyi umamıyordu. Lakin delikanlı, yaradılışındaki hovardalık seciyesine kapıldı, cenneti Havva’ya feda eden Âdem gibi davrandı:

      “Hayır, hayır.” dedi. “Sizin dediğiniz gibi olmaz. Ben ağaya karşı yüzsüzlük ettim. Suçumu bağışlatmak için bölüşmeyi kendim yapacağım.”

      Ve yerdeki elmasları, incileri, yakutları, zümrütleri avuç avuç ayırarak Seher’e gösterdi:

      “Bunlar hep sizin. Paralardan da ağa ne verirse o kadarı benim, üst tarafı kendinin olsun!”

      Çıldırasıya seven kadınların bile aşk dolu yüreklerinde satılacak ve satın alınacak köşecikler bulunur. Hüseyin, şuur ile değil, tabiatın ruhuna nakşettiği hovarda uyanıklığıyla bu hakikate uyuyordu, gençliğine gençliğini sunmaya hazır görünen kadının iradesini tamamıyla sarsmak için bu nümayişi yapıyordu.

      Seher, koca bir definenin nasıl bir maksatla feda edildiğini anlamaktan geri kalmadı, bakışlarını bir şükran busesi hâline koyarak fedakâr delikanlının dudaklarına bıraktı. Kara Süleyman da gafil bir telaşla hemen altınların üzerine kapandı, üç bin kuruş kadar bir şey ayırıp Hüseyin’e verdi:

      “İşte…” dedi. “Hak yerini buldu. Haydi Seher, şimdi sen mutfağa gir. Bize öğle yemeği hazırla!”

      Yürekleri, ilk hicran dakikasının acısıyla burkulan gençlerin gözleri kucaklaştı ve yüzleri kızardı. Seher, bu ruhi musafaha sırasında “beklerim” diyen yanık bir bakışla yüreğini Hüseyin’e okumuş, o da gözlerine “gelirim” kelimesini söylemekte güçlük çekmemek yolunu bulmuştu!..

***

      O günün gecesini karı koca uykusuz geçirmişlerdi. Kara Süleyman, sadrazam kapısında baştebdillik ederek değil, kapıcıbaşılık ve hatta kâhyalık yaparak on yıl har vurup harman savursa, gümeç gümeç bal tutup gece gündüz parmak yalasa, bu mesut günde eline geçen serveti toplayamazdı ve karısına şu küme küme elmasları, incileri, zümrütleri veremezdi.

      Herif, bu sebeple çılgın bir sevinç içindeydi, boyuna söyleniyordu, hiç durmadan projeler yaparak istikbalin safalı günlerini sayıklıyordu. Seher de buhranlar geçirdiğinden kocasına uykusuzlukta yoldaş oluyordu, müşterek hazinelerinin pırıltılarını seyrede ede gözlerini açık tutuyordu.

      Düşünceleri ayrı idi. Erkek, tesadüfün kendisine getirdiği büyük servetle yeni bir hayat kurmak ve karısını o hayatın elmaslarla bezenmiş güneşi hâline koymak hülyasıyla uykusunu feda ediyordu. Kadın, keşfettiği gençlik hazinesindeki güzelliklerle aç yüreğini doyurmak, susuz ruhunu kanıksandırmak, yetim ömrünü sevindirip neşelendirmek kaygısındaydı. Hüseyin’ini göz bebeklerinden kaybetmemek için uykusuz kalıyordu.

      Düş mevzusuna temas etmekten ikisi de çekiniyordu. Sadrazamın azlolunup sürgüne gitmesiyle, definenin meydana çıkmasıyla gerçekleşen rüyanın geri kalan kısmı üzerinde durmaktan ürküyorlardı. Bununla beraber, o mevzu kafalarında dimdik duruyordu ve hülyalarının ahengini bozmaktan geri kalmıyordu. Kara Süleyman, gelecek günlere ait düşüncelerini, emellerini sekiz on defa bozup düzelttikten sonra şuurundaki rahatsızlığın ibramına11 dayanamadı, düş meselesine temas etmek zorunda kaldı:

      “Canımın içi!” dedi. “Gün doğar doğmaz Mahmut Efendi, Ceylani, Divitçioğlu, Karacaahmet, Miskinler, Şücababa tekkelerine birer kurban götürüp kestireceğim. Gördüğün düşün sadakası olsun.”12

      Seher, uğrunda ömründen birçok yılları kurban etmeye hazırlandığı aziz sevgiliyi düşünerek mırıldandı:

      “İyi