M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

idraki derece derece aydınlandığından o da azap ve ızdırap duyuyordu. Çünkü kim olduklarını ve nasıl bir hakla şunun bunun malına el uzattıklarını kestiremediği maliyecilerin Kara Süleyman’dan bir define gasp etmekle kalmayıp Seher’in süsünü, neşesini, belki gözündeki tebessümleri çalmak üzere bulunduklarını anlıyordu.

      Definenin çıktığı yeri tespit için eve gittikleri sırada Seher’in sesini duymuş ve evden ayrılırken mutfak kapısı aralığından onun kendisini uzun bir bakışla kucakladığını görüp bahtiyar olmuştu. Şimdi o sese bulaşacak elemi düşünerek üzülüyor, başbakı kuluna karşı isyan etmek istiyordu.

      Fakat azabı içinde, ızdırabı içinde kaldı. Ağzını açıp tek bir kelime söyleyemedi. Hatta “define” diye anılan servet, Kara Süleyman’ın evinden -gene mahut kavanoza doldurularak- mahkemeye, oradan da İstanbul’a taşınırken aklını kaybetmek derecelerine gelmiş olan eski baştebdil zavallısını teselli bile edemedi, başını göğsüne eğerek ve artık gamlı bir simaya bürülü imiş gibi tahayyül etmeye başladığı Seher’i mahcup bir vicdanla seyre dalarak Üsküdar’dan uzaklaştı. Damarlarında dolaşan kanın her katresini bir yakut tanesi yaparak, genç ömrünün her saniyesini bir elmas parçasına çevirerek Seher’e sunmak ve onun kaybettiği servetle şetareti bu suretle geri getirmek istiyordu. Lakin dileğinin neticesiz bir hayal olduğunu düşününce iliğine kadar melale kapılıyordu, avare avare sokakları aşıyordu.24

      Kara Süleyman, dağbaşında soyulmuş bir adam şaşkınlığı geçiriyordu. Gerçi çakşırı üstünde, saltası sırtında, külahı başındaydı. Fakat çıplak, tamamıyla çıplak kalmış gibi titretici bir hayretle Üsküdar mahkemesi önünde sendeleyip duruyordu. İstanbul’a götürülen hazinede ömrünün insafsızca yüzülmüş derisine sarılı saadetini metfun görüyor ve kendisini derisiz bir et kütlesine benzeterek acip illüzyonlara kapılıyordu.

      Neden sonra aklını biraz başına devşirebildi, olup biten işleri nispi bir soğukkanlılıkla muhakemeye girişti ve kendini bedbaht eden şu umulmaz hadiseye karısının sebep olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. Ne bekçi ne Hüseyin bu işte mesul olamazlardı. Aile saadetinin temeli demek olan bir sırrı -gafil bir boşboğazlıkla- komşusuna söyleyen Seher’den başka yakasına yapışabilecek ortada bir suçlu yoktu.

      Fakat o da bir başka hazineydi. Defterdar kapısına götürülen definenin on mislini feda etmek suretiyle bile Seher ayarında bir güzellik hazinesi elde etmek -hele altmışından sonra- mümkün değildi. Kızgınlığa, ümitsizliğe kapılarak onu da elden çıkarırsa ömrünün son günleri, şüphe yok, büsbütün yetim ve yoksul kalacaktı. O hâlde şimdilik “kazaya rıza” demek, Seher’i incitmemek ve münasip kapılara başvura vura mahut defineden bir hisse koparmaya çalışmak gerekti.

      Kara Süleyman, ruhunun en duygulu noktasından aldığı yaraya bu mülahazayı merhem yaptı. Sersem ve muzdarip evine geldi. Uçup giden definenin matemiyle bir anda tulu ve bir anda gurup eden Hüseyin’in hicranını birbirine karıştırarak ağlamakta bulunan karısının karşısına dikildi.

      “Düşün…” dedi. “Dosdoğru çıktı, işte define de uçtu. Sen henüz uçmuyorsan, ben de yerimde duruyorsam kanatsız kalışımızdandır. Koca bir hazine kaybettik. Tüyü yolunmuş tavuklara döndük. Bu felaketin biricik sebebi, senin boşboğazlığındır. Kadın ağzında bakla ıslanmaz, diyenlerin hakkı varmış. Bir define verip o sözün gerçekliğini öğrendik. Fakat iki el bir baş içindir, sözü de doğrudur. Er olan hakkını korumalıdır. Ben de her taşa başvuracağım, definemizi kurtarmaya çalışacağım. Sen dul Emine’yi çağır. Kendine can yoldaşı yap, ben İstanbul’dan dönünceye kadar onunla bile otur.”

      Duman olup uçan servetini bir Hızır bularak onun delaletiyle yakalamak ihtiyacı önünde, altın kıymetli karısının gümüş vücudundan birkaç gece uzak kalmaya rıza gösteriyordu. Seher de yatağını harharalı bir soğuktan iki üç gece olsun kurtararak yerine Hüseyin adlı bir bahar sabahının hayalini geniş geniş yaratmak iştiyakıyla bu kararı -saklamaya lüzum görmediği yahut muktedir olamadığı bir tehalük içinde- teşvik ediyordu.

      Bununla beraber karı kocanın ayrılışı kolay olmadı. Kara Süleyman, garip bir pressentiment (hissikablelvuku) ile şu ayrılıştan uğursuzluk sezinsiyordu, “Gidip gelmemek, gelip görmemek var!” demek ister gibi davranıp boyuna manasız kelimeler geveliyordu. Seher, hep o bahar sabahını kuruntuladığından kocasının ayak sürümesine için için kızıyordu. Veda sahnesi nihayet sona erdi. Kara Süleyman, harap olmuş ümitlerimin iniltisini karısının dudaklarında uzun uzun besteledi. Seher de Hüseyin’in hasretini bu soğuk busede boşuna arayarak gene uzun uzun inledi ve iki eş ayrıldı.

      Seher, evinden bir kâbus uzaklaşmış gibi, tatlı bir inşirah duyuyordu. Hüseyin’i tanımazdan önce kendisine hiçbir hususi mana ifade etmeyen şu yalnızlıkta şimdi renk buluyor, ses buluyor ve neşe buluyordu. Ev, o ıssız ev, tavanından temeline kadar sanki nurla, nağme ile doluydu. Nereye baksa Hüseyin’in ışığını görüyor, Hüseyin’in sesini duyuyordu. Elinden çıkıp giden altınların, elmasların elemi de bu ziya ve sada tufanı içinde silinip uçmuştu. Yüreğindeki elmas hayal, ruhundaki yakut alev, dimağındaki incili hülya, o kaybolan serveti bol bol telafi ediyordu.

      Fakat konuşmak, içindeki ateşi kelimeleştirip açığa dökmek ihtiyacından kendini bir türlü kurtaramıyordu. Bunun için bir muhatap, samimi bir kulak aradı. Emekli yosmaya, mahut komşuya kızgındı. Kocasının, can yoldaşı diye tavsiye ettiği dul Emine’yi de böyle bir mahremiyete layık görmüyordu. Uzun bir mülahazadan sonra kendi aşkını, kendi ihtiraslarını, kendi hülyalarını gene kendine anlatmayı muvafık buldu, aynanın karşısına geçti, deli deli söylenmeye koyuldu:

      “Dinle Seher!” diyordu. “Sana sevdalanmanın ne olduğunu anlatıyım: Sevda, çıplak bir yüreğe lahuri şal örtmek demektir. Sevda, durmuş kanı dalgalandırmak demektir. Sevda, yerde sürünürken kanatlanıvermek demektir. Sevda, kısırların, ansızın doğurması demektir. Sevda, yoksulluktan zenginliğe geçmek demektir.”

      Bu sözlerin, içindeki şevki, şetareti, sevinci ifade edemediğini anlayarak bağırıyordu:

      “Sevda, Gülhaneli Hüseyin demektir! Onu biliyorsun, tanıyorsun, değil mi?.. O hâlde ne bön bön bakınıyorsun. Gülsene, oynasana, sıçrasana alık!”

      Gerçekten oynuyordu da. Gözlerini sık sık aynaya çevirerek belinin bükülüşünü, kalçalarının titreyişini, gözlerinin süzülüşünü kontrol ediyor ve kulaklarında Hüseyin’in sesini canlandırarak cezbeden vecde, çeşitten çeşide geçe geçe ruhunun ateşini topuklarında yarattığı rüzgârla yelpazeliyordu.

      Bir aralık kendi güzelliğini Hüseyin’ine seyrettirmek hevesine kapıldı, onu aynanın ortasına yerleştirerek saçlarını dağıttı, göğsünü çözdü, kollarını çıplaklaştırdı:

      “Nasıl?..” dedi. “Beğeniyor musun? Sana layık mıyım? Yoksa etim fazla mı, yağım çok mu?.. Şu ‘ben’ hoşuna gitmiyor mu? Şu çene çukuru fena mı?”

      Lakin çılgın muhayyilesinden aynaya aksettirdiği hayale dudaklarını uzattığı vakit aklı başına geldi, gamlı gamlı güldü.

      “Çocukluk!” dedi. “Ayakta rüya görüyorum. Hüseyin bu hâlimi görse belinler, bana deli der.”

      Bu uyanıklık ona tatsız geliyordu. Kendini avutmak için iş arıyordu. Odada kasnak vardı, gergef vardı, öreke vardı. Fakat bunlarla oyalanmak istemiyordu. Mutfağa inmekten âdeta iğreniyordu. Nihayet saatlerini tatlı tatlı eritecek meşgaleyi buldu, Hüseyin’in yattığı yatağı çıkardı, yere serdi ve ayna önündeki dardağan kılıkla içine uzandı, birçok şeyler düşüne düşüne