M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

da ummuyordu. Define işinde kendisinin kabahatli olmadığına eski dostunu inandırarak eve girse bile, Seher’i göremeyeceğine emindi. O hâlde geri dönmek manasız bir iş olacaktı.

      Lakin Gülhane’ye gitmeyi de istemiyordu. Seher’i düşünürken, Seher’i göz bebeklerinde ninni söyleye söyleye sallayıp uyuturken koğuş arkadaşlarının kendisiyle istihza etmelerinden korkuyordu. Onun için ıssız yerlere gitmek, Seher’le baş başa kalarak ona yanık şarkılar okumak azmine kapıldı ve başını gerilere çevirip hasretli bakışlara sardığı yürek selamını Seher’in evi istikametine uçurduktan sonra bir kayıkçıya seslendi:

      “Beni Ortaköy’e ilet!”

      Denizi aşarken gözleri gene gerideydi. Seher’in evleri, sokakları ve her engeli aşan bakışlarıyla kendini takip ve teşyi ettiğini sanarak oturduğu yerde duramaz oluyordu. Ortaköy’e çıkınca da bir müddet kıyıda kaldı, Üsküdar ufuklarında Seher’i aradı ve sonra sokaklara dalarak avare avare dolaşmaya koyuldu. Maksadı ortalıktan el ayak çekilinceye kadar vakit geçirmek ve her taraf ıssızlaşır ıssızlaşmaz yüreğini yıldızlara açıp Seher’i terennüm etmekti.

      Midesi boştu, lakin açlık duymuyordu. Yalnız Seher’i düşünerek ve onu yanı başında bularak tepelere tırmanıp iniyordu. Sahille çıplak yamaçlar arasında mekik dokuyordu. Bu serseri gezinti kendine uygun görünen vaktin hululüne kadar sürdü ve o devirde zaten birkaç sıra evden ibaret olan köyde ışıklar sönünce Beşiktaş yolunu tuttu.

      Hem yürüyor hem yıldızlara aşkını duyurmak ister gibi gür bir sesle şarkı okuyordu. Hafızasından ilk seçtiği terane kendi durumunu belirten bir Köroğlu güftesi olup şu biçimdeydi:31

      Dağlar başı oldu yurdum

      Ağlayıp gezer yürürüm

      Günden güne arttı derdim

      İnleyip gezer yürürüm

      İşte firkatinle yandım

      Kendimi engine saldım

      Muhabbet suyuna daldım

      Boylayıp gezer yürürüm

      Boyu uzun, ince bellim

      Ay yüzünde çifte benlim

      Seninledir deli gönlüm

      İnleyip gezer yürürüm

      Sonra kuvvetli gazeller, semailer, koşmalar, varsağılar terennüm etti. Her güfte, her beste, hatta her mısra yüreğine yeni bir kıvılcım katmış gibi ona taze bir hareket, derece derece çoğalan bir alevlenme verdiğinden sesine mütezayit32 bir dokunaklık, bir yanıklık geliyordu.

      Dünyayı unutmuştu, yıldızlarla konuşuyordu, yeşil örtülerine bürünerek uyuyan yamaçları uyandırmak ister gibi davranıyordu, ara sıra denize hitap ediyordu. Fakat göğe baktıkça, yere baktıkça, denize baktıkça hep Seher’i görüyordu.

      Böyle yanıp tutuşarak, coşup kabararak, inleyip haykırarak yürüye yürüye Çırağan Köşkü’nün önüne gelmişti. Bu köşk Lale Devri’nden kalma çiçeklerden biri olup henüz zarif rengini ve kıvrak ıtırını muhafaza ediyordu. Ohrili Hüseyin Paşa’nın Mevlâna Celaleddin’e armağan ettiği büyük mevlevihanenin yanı başında yükselen köşk, taç ile sikkenin biri dünyevi, biri uhrevi saltanatını temsil eden iki abide gibi birbirini manalı bakışlarla tarassut eder sanılırdı.33

      Hüseyin ne mevlevihanenin bir yaprak Mesnevi gibi uzanan bedii üslubuna ne Çırağan Köşkü’nün elmaslı bir sorgucu andıran o kıvrım kıvrım pırıltılarına alaka gösterdi, yüreğini gene hançeresine getirerek Hümayun Kasrı’nın tam önünde avaz avaz şu şarkıyı haykırdı:

      Çözülme zülfüne ey dürüba dil bağlayanlardan

      Kaçınma âteşi aşkınla bağrın dağlayanlardan

      Düşer mi böyle yan çizmek seninçün ağlayanlardan

      Bu kanlı yaşların bak farkı var mı çağlayanlardan 34

      Farkında olmadan orada durmuştu, elini kulağına koyarak kalbini söyletiyordu ve kendi zu’münce35 feryadını Seher’e dinletiyordu. Bu hâl ve bu vehmî visal ile kendinden o kadar geçmişti ki, köşkün içinde ışıklı bir hareket uyandığını görmüyordu. Bu hareket, nurlu bir kaynayış hâlindeydi ve şamdanların şuradan buradan taşınmasından ileri geliyordu.

      Hüseyin gözlerini yıldızlardan, idrakini Seher’in hayalinden ayırmayarak beş on adım daha attı, köşkün biraz ilerisinde durup Şeyh Galip’in meşhur şiirini terennüme girişti:

      Döktü omuzdun puşu saçağını

      Açtı gönüller deli bayrağını

      Gök sürünüp gözlemişken özleyüp

      Ayağının izinin toprağını

      Gene yürüyecek, gene durarak inleyecekti. Fakat şarkıyı henüz bitirmeden birkaç ayak sesinin birbirini sendeleterek karanlığa karıştığını duydu, korku ile karışık bir hayretle terennümü yarı bıraktı ve… bekledi. Devletlilerden yahut heybetlilerden birinin uykusunu rahatsız etmiş olacağını ve şu koskoca ayakların kendini tekmelemeye geldiğini sanarak endişeleniyordu.

      Ayak seslerini sokağa bırakan kapı ile kendi arasındaki mesafe azdı. O sebeple çok beklemedi ve bir iki dakika geçmeden yarım düzine kadar adamın çizdiği müsellah halka ortasında kaldı.

      Bunlar saray bostancıları olup sakin bir hiddetle kendini süzüyorlardı. Durumundan baş olduğu anlaşılan biri nihayet dile geldi:

      “Delikanlı!” dedi. “Burada ne dolaşıyorsun?”

      O, korka korka cevap verdi: “Hiç, havalanıyorum.”

      “Havalandığın belli amma sebep ne?”

      “Canım sıkıldı. Şöyle bir dolaşayım dedim.”

      “Neye bar bar bağırıyorsun?”

      “Şarkı söylüyorum.”

      “Şevketlu hünkârın sarayı önünde şarkı söylenir mi?.. Gençliğine yazık değil mi?”

      Hüseyin’in rengi sarardı, eli ayağı buz kesildi, aynı zamanda göz bebeklerinde Seher’in hayali titredi. Bilmeyerek büyük bir suç işlediğini anlıyor ve oracıkta kurban edileceğini düşünerek hafakanlar geçiriyordu.

      Ölüm, o dakikada kendine ansızın ihtiyar olmak, çirkinleşmek kadar korkunç geliyordu. Çünkü ölümde tıpkı ihtiyarlık gibi nefsini Seher’e uzak bırakacak bir mahiyet görüyordu. Hâlbuki o, Seher’e hoş görünmek için nasıl genç kalmaya muhtaç ise ona kavuşmak, ona tasarruf etmek, onun gül yüzüne baka baka bahtiyar olmak için de yaşamak ıztırarındaydı. Bu sebeple müthiş ızdıraplar duyuyor ve beyninin altüst olduğunu seziyordu.

      Fakat ne yapabilirdi?.. Ömrünün en taze deminde, yüreğine ilk şafak ışıkları yayıldığı sırada, işte ölümle yüz yüze geliyordu. Kasabına tüküremeyen ve boğazını parçalayacak bıçağı ısıramayan bir kuzu acziyle bu felakete boyun eğecekti.

      Hüseyin muzdarip bir teslimiyetle ruhunu Seher’e açıp, gözlerini hayata yummaya hazırlanırken saray uşaklarının başı halkadan ayrıldı, yanına sokuldu.

      “Arayan…” dedi. “Mevla’sını da bulur, belasını da. Senin neyi arayıp neyi bulduğun