M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

kadın göğüslerinden yapılmış gibi sıra sıra aynaydı.

      Hüseyin ne ayaklarına yapışan ipek dişleri ne kendi endamını kucaktan kucağa devreden aynaları ne yaldızlı tavanlarda gülümseyen yıldızları görüyordu. Siyah ve simsiyah bir dehlizde yuvarlandığını kuruntulayarak kılavuzlarını takip ediyordu.

      Sofaları bu kör adımlarla geçti, merdivenleri bu ızdıraplı sezişle tırmandı, ne renk ve ne nur hissetmeden yürüdü, büyük bir salonun kapısına kadar cesedini sürükledi. Önünde girdaplar, uçurumlar açılsa farkında olmayacaktı ve damarları yarılıp bütün kanı akıtılsa belki duymayacaktı. Şuuru dumur hâlindeydi, beyni kurumuş gibiydi.

      O büyük salonun kapısı önünde kendisine “Dur!” denildi. Bu kelime, buz üzerine düşen bir ateş damlası gibi, onun müncemit36 dimağında bir uyanıklık yarattı, kurumuş görünen hücrelere hareket geldi, korkunun perdelediği gözler açıldı ve âşık delikanlı muhitini gördü.

      Nur içinde, yaldız içinde, sırma içinde, ipek içinde kurulu bir yuva!.. Fakat bu yuvada gezen, dolaşan, yatıp kalkan ve kükreyen mahluku düşündükçe gene şuurunu kaybetmeye başlıyordu, için için titriyordu.

      Bir aralık göz bebeklerinde Seher belirdi, yüreğine -ölüm endişesinden de üstün görünen- bir acı çöktü. Onun sesini bir kere daha duymadan ebedî sessizliğe düşmek idrakini sarsıyor, kanına zehir bulaştırıyordu. Sevdiği kadın orada bulunup da mukadder görünen ölümü bir buse hâlinde dudaklarına bıraksa belki gençliğine acımayacak ve o busenin tadını taşıya taşıya sonsuz uykunun şafağını beklemeye dayanacaktı.

      Şimdi bu hüsranın, bu mahrumiyetin de elemini yaşıyordu. Nemlenen gözlerini kalbine çevirerek yaşlarını orada oturan Seher’in gül yanaklarına akıtıyordu. İşte bu sırada bir adam geldi:

      “Delikanlı!” dedi. “Ardıma düş. Şevketlu hünkârın huzuruna çıkacaksın. Alıklık edip de kelleni tehlikeye düşürme. İlkin yer öp, sonra efendimizin mübarek ayaklarına yüz sür. Kulağını da aç. Ne sorarlarsa edeple cevap ver!”

      Kurtla kuzunun, şahinle serçenin, aslanla tavşanın karşılaşması neyse Hüseyin’le Sultan Mahmut’un yüz yüze gelmesi de oydu. Yahut âşık delikanlının kanaati böyleydi. Onun için bir kuzu gibi büzüldü, bir serçe gibi küçüldü, bir tavşan gibi sersemleşti, titreye titreye salona girdi.

      Önüne, daha doğrusu ayaklarının dibinde derinleşe derinleşe açılan uçuruma bakıyordu, gözü karara karara adım atıyordu. Arkasında bulunan uşak “Yer öp.” diye fısıldayınca ihtiyarsız diz çöktü, kenarına çömeldiğini kuruntuladığı uçurumun kenarını öper gibi dudaklarını halıya sürdü. Sonra sendeleyerek kalktı, bir fısıltının sevkiyle ilerleyerek padişahın ayağını öptü, geri geri çekildi. Şimdi uçurumu arkasında ve kendini oraya itecek adımı önünde görerek sukut37 dakikasını bekliyordu.

      Fakat bu korkular, bu endişeler, bu öldürücü telaşlar boş çıktı. Kurt, şahin ve aslan sanılan mahluk nazik bir insan ağzı kullandı, tatlı bir dille konuştu:

      “Adın…” dedi. “Nedir delikanlı?”

      Ensesinde dolaştığını kuruntuladığı ölümün birdenbire uzaklaştığını sezen Hüseyin, sevimli bir hayretle gözlerini açtı, mesut bir bönlükle hünkârın gülümseyen yüzüne baktı ve cevap verdi:

      “Hüseyin!”

      “Nerelisin?”

      “Anadolu uşağıyım.”

      “Ne iş yapıyorsun?”

      “Gülhane’de bahçıvanım.”

      “Şarkı okumayı kimden öğrendin?”

      “Şundan bundan.”

      “Demek üzerinde hoca hakkı yok. Buna acıdım. Eğer ders alıp terbiye görseydin, bu yaşta yüksek bir hanende olurdun. Çünkü sesin güzel, hem de çok güzel.”

      Ve bir nebze düşündükten sonra Hüseyin’e odanın bir köşesini gösterdi.

      “Bunlarla alışverişin var mı?”

      İşaret ettiği yerden şahtan girifte kadar boy boy neyler, renk renk tamburlar, çeşit çeşit defler vardı. Hüseyin, başını salladı:

      “Hayır efendim. Saz bilmem.”

      “Bu da senin için bir eksikliktir. Tanrı’nın verdiği nimetin kadrini bilmek, üşenmeden çalışmak gerek. Saza uymayan ses, tene yakışmayan yelek gibidir. Güzel de olsa hoşa gitmez. Seni ben yetiştirmek isterim.”

      Hüseyin saray âdetlerini bilmediği için bu büyük iltifata karşı usulü dairesinde teşekkür edemedi, sadece gülümsedi. Sultan Mahmut da onun masum cehlini gözden kaçırmayarak tebessüm etti ve emir verdi: “Haydi bir şarkı oku. Bakalım sesin sokaktan aksettiği gibi güzel mi?”

      Delikanlı, gene göz bebeklerine yapışan Seher’i bir ruh kucaklayışıyla sarıp yüreğine yatırdıktan sonra birkaç gece evvel Kara Süleyman’ın evinde okuduğu Derviş Ömer bestesini -fakat halk şairi Âşık güftesiyle- terennüme girişti:

      Kuğumu yâre gönderdim

      Kuğum eğlendi, gelmedi

      Selâmetle gelir, dedim

      Musa’m eğlendi, gelmedi.

      Hep kuğusun buldu eller

      Gözetir gözlerim yollar

      Issız kaldı bizim yerler

      Musa’m eğlendi, gelmedi.

      Hünkâr hem şevkle hem hüzünle dinliyordu. Şevk, Hüseyin’in gerçekten latif olan sesinden; hüzün de okunan bestenin bir saray faciasını hatırlatmasından ileri geliyordu.

      Hikâyemizin başlangıcında işaret edildiği üzere Musa Çelebi, Dördüncü Sultan Murat’ın gözdesiydi, askerî bir ayaklanma sırasında öldürtmüştü. İkinci Mahmut, ocaklının padişah yüreğindeki aşklara kadar el uzatabileceğini kanlı surette ispat eden bu vakıayı şu saf gencin ağzından canlanmış görerek elemli bir heyecana kapılmıştı. Sesin güzelliğinden aldığı hazla bu elem birbirine karışarak onu garip bir sarsıntıya uğratıyordu. Şu varsağıyı başka birisi okusaydı Sultan Mahmut, şüphe yok ki, gazaba gelirdi. Çünkü kazanın tahta tahakkümünü tevsik eden38 herhangi bir sözü ona işittirmek, kendisinin de ocaklıya mahkûmiyetini sezdirmek demekti. Padişahlık gururunun ise böyle bir telmihe, imaya ve işarete tahammül etmesi imkânsızdı.

      Fakat o, sokaktan yakalatarak huzuruna getirttiği şu delikanlının Dördüncü Murat’la ocaklı arasındaki çarpışmalardan, Musa Çelebi’nin ölümünden bihaber olduğuna şüphe etmiyordu ve Hüseyin’in tekellüm değil, terennüm ettiğini apaçık görüyordu. Bununla beraber, içinde bir feveran ihtiyacı uyanmış gibiydi. Dördüncü Murat’ın kalbinden bir aşk söküp çıkaran yeniçerilerin kendi ömründen de birçok şeyler koparmaktan çekinmeyeceklerini düşünerek için için köpürüyordu.

      Ses, Hüseyin’in sesi, derece derece gürleştiği için bu elemli mülahazalar da yavaş yavaş söndü ve padişah yalnız sanat sevgisinden doğan şevke mağlup kaldı.

      İkinci Mahmut, sırası geldiği için söyleyelim, musikide üstat menzilesine erenlerdendi. Üçüncü Sultan Selim’den tambur, Kazasker Mustafa İzzet’ten ney çalmayı öğrenmişti. Dede Efendiler, Tellalzadeler, Müezzinbaşı Şakir Ağalar onun devrinde kıymet ve şöhret bulmuşlardı. Rahmetli Rauf Yekta, İkinci Mahmut’un musikideki