M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

Hamamı kimin bastığını, baskından maksadın ne olduğunu bilmedikleri hâlde kalçalarına kızgın nal basılmış gibi ağlaşıyorlardı. Daha doğrusu kulaklarına fısıldanan “baskın” kelimesi şuurlarını ihtilale vermişti. Çünkü hamamda basılmak, dağbaşında eşkıya eline düşmekten de ağır bir felaketti. Zavallılar bu felaketin akıbetlerini bir lahzada düşündükten sonra inleyip sızlamaya koyulmuşlar ve işin içyüzünü unutmuşlardı.

      İçlerinden en zekisi yahut baskında en zarar göreceğini anlayanı -neden sonra- bu durumu kavradı, göbek taşının ortasına gelerek çıplak bir talakatle hemcinslerini hakikati görmeye davet etti:

      “Yahu!” dedi. “Ayağımız kurudayken boğulduğumuzu sanıyoruz, bağırıp duruyoruz. Ne olmuş, ne oluyor, içimizde bilen yok. Biraz temkinli olalım, işi anlayalım. Eğer canımız, ırzımız gerçekten tehlikedeyse baş başa verip kurtuluş yolu arayalım. Böyle kör körüne ağlamaktan ne çıkar?”

      Çıplak hatip, kadınların şuurundan ziyade merakını tahrik ettiğinden ağlamalar kesilmiş ve yerine çeşit çeşit suallerin doğurduğu yeni bir velvele gelmişti. Şimdi herkes soruyordu:

      “Hamamı kim bastı?”

      “Niçin basıldık?”

      “Basanlar kaç kişi?”

      “Nerede bu haydutlar?”

      “Kolluklara haber uçurulmamış mı?”

      Baskının duyuluşundan beri hayli zaman geçtiği hâlde, içeriye hayırlı ve hayırsız bir kimsenin girmemesi de yürekleri kuvvetlendirdiğinden kadınlar soğukkanlılıklarını ele alarak natırları sorguya çekmişlerdi, kendilerine sunulan ızdırabın hesabını araştırıyorlardı.

      Nihayet ana kadın ortaya çıktı:

      “Hanımlar!” dedi. “Dört yeniçeri geldi. Hamamı tutan Hafız’ı külhandan alıp köşe başına götürdü. Bunların meramı hamamcıyı sızdırmaktı. Külhancıların dediklerine bakılırsa bin kuruş istiyorlarmış. Bu para verilmezse hamama girip birkaç kadını omuzlayacaklarmış. Hamamcının da kulağını burnunu keseceklermiş. İşte baskın dediğimiz budur. Biz belki acele edip sırrı faş eyledik, sizi vakitsiz telaşlandırdık. Lakin yeniçerilerin bir halt etmeleri de beklenmez değil. Hafız Efendi henüz yakasını kurtaramadı, külhandaki yerine dönmedi. Onun için yüreğim hâlâ hoplamaktadır. Siz de dua edin, Allah’a yalvarın, içinizde helal süt emmişler elbet vardır. Allah, onlara acır da belki bizi şu sıkıntıdan kurtarır.”

      Gözler yeni baştan nemleniyor, göğüsler bir daha kabarıp inmeye başlıyor, telaş ve yaygara tazeleniyordu. Çünkü dört yeniçerinin -istedikleri parayı alamadıkları takdirde- hamamı basacaklarını söylemiş olmaları, vaziyetin çok ciddi olduğunu herkese öğretmişti.

      Yeniçeri?.. Bugün sade bir kelime olan bu sekiz harf, o devirde kışlalara, sokaklara, şehirlere, ülkelere, kıtalara değil, muhayyilelere bile sığmayan korkunç bir mefhum taşıyordu. Tarih, hikâyemizin cereyan ettiği yıllarda yeniçeriliği belki istihfaf ediyordu, küçük ve aciz bir teşekkül sayarak kendi sahifelerinde ona şerefli bir satır dahi tahsis etmiyordu. Lakin yeniçeriler, tıpkı mecrasından ayrılıp günde bir yatak değiştiren tabiat dışı bir nehir gibi devirici, yıkıcı bir coşkunluk içinde cinayetlerle, fezahatlerle, şenaatlerle dolu bambaşka bir tarih işliyorlardı.

      Onlar vaktiyle şarkın ve garbın tarihini değiştiren kuvvetli bir inkılap unsuru idi. Hint Denizi’nden Azak Denizi’ne kılıçlarının parıltısı içinde selam getirip götürürlerdi. Kafkaslar’ın, Karpatlar’ın serinliğini gene kılıçlarının ucuyla hattıistiva28 halkına tattırırlardı. İran sahralarından Fas çöllerine zafer menkıbeleri taşırlardı.

      Üç yüz yıl Avrupa, Asya, Afrika onların gür sesini duydu. Düzinelerle taht onların palalarına kurban oldu ve beşeriyet tarihi, o üç asır içinde yalnız yeniçeri destanlarını kaydetmekle oyalandı.

      Sonra disiplin bozuldu, ahlak bozuldu. Yeniçeri palası, keçeden başka bir şeyi kesmez ve yeniçeri kurşunu testiden gayri bir nesneye işlemez oldu. Kafanın kola, nizamın anarşiye, ilmin cehle hâkimiyeti başlayınca yeniçeriler için tutulacak tek bir yol vardı: Zamana uymak!.. Fakat onlar ocak tarihinin şerefiyle tagaddi etmeyi tercih ettiler, zamana tahakküm edeceklerini sandılar, kör bir gafletle nuru kovup zulmete saldırdılar ve asırlarca yendikleri milletler tarafından yenilir oldular.

      Evvelce her zafer bu büyük kütlenin gururunu artırdığı gibi, şimdi de her yeniliş, gafletini çoğaltıyordu. Niçin yenildiklerini düşünmeyerek sadece yenmek zevkini arıyorlardı. Fakat bu zevk artık sınır boylarında, yabancı ülkelerde ele geçmiyordu. Onun için, gözler içeriye, öz yurdun bağrına çevrildi ve yeniçeri palası -daha ziyade-İstanbul sokaklarında işlemeye başladı.

      Saray da aynı tereddi29 içindeydi. Padişahlar, artık Viyana önlerinde, Tebriz bağlıklarında avlanamıyorlardı, kendilerinden evvel bu nimete erenlerin neşesini bulmak için öz yurdun böğründe hırslarını tatmine çalışıyorlardı.

      Ocakla saray bu durumda dost olamazdı. Çünkü ikisi de aynı musluğa uzanan kör iştahlı ve rakip dudaklar gibiydi. Önlerindeki suyu birbirlerine kaptırmadan içmek istiyorlardı.

      Bu vaziyetten bir saray-ocak savaşı çıktı. Fakat her kapışmada galebeyi ocak kazandı. Pala, padişah kellesi bile uçuruyordu. Hatta ölüme mahkûm ettiği tacidarlara -Genç Osman vakasında olduğu gibi- hamam oğlanı muamelesi yapmaktan da çekinmiyordu.

      Saray, bu suretle teessüs eden ocak tahakkümünden öç almak için zahirî bir korku altında planlı bir tahrip politikası gütmeye koyuldu. Ocağı -bakımsız ve başıboş bırakarak- içinden yıkmaya girişti. Artık askerî bir teşekkül olmaktan çıkmış, hovardalar ve soyguncular karargâhı olmuştu.

      Kuvvet, adil ve insaflı oldukça asil görünür. O sıfatlardan uzaklaştığı gün hem iğrenç hem korkunçtur. Çünkü zalim olmuştur. Yeniçeri ocağı da işte bu mahiyetteydi ve vatanı korumak, vatandaşların malını, ırzını, hayatını emniyet altında bulundurmak vazifesiyle mükellefken, bu vazifelerin tamamıyla tersini yapıyordu.

      Halk bu hakikati her gün başına tazelenen kanlı ve çirkin hadiselerle çok iyi kavradığından yeniçerilikten nefret ediyordu. Ocağı sevenler, ancak halkı soymak için ocağa girenlerdi. Irz ehli takımı o nizamsız, fakat menfaatte ortaklığın doğurduğu zaruretle pek mütesanit kütlenin adını iğrenerek anardı ve yeniçeri yüzü görmektense ölümle karşılaşmayı tercih ederdi.

      Hamamdaki kadınlar da bu umumi telakkiye kanaatlerini uyduran bir halk parçasıydı. Dört yeniçerinin hamamcıdan para istemelerini hiç de aykırı görmüyorlardı ve güpegündüz soygunculuğa çıkan bu adamların bir lahzada küstahlıklarını artırarak kendilerine de taarruz edebileceklerini hesaplıyorlardı. Fakat baskın haberi üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen, hamamda yeniçeri narasının duyulmaması ve yeniçeri palasının görülmemesi, bu çıplak kümeye biraz geniş nefes aldırmıştı. Şimdi hepsi, kirlerini gene üstlerinde taşıyarak oradan uzaklaşmak ihtiyacını duyuyordu. Yeniçerilerle hamamcı pazarlık ederlerken onlar bohçalarını koltuklayıp ıslak ıslak evlerine kaçmak istiyorlardı.

      Bu ihtiyaç kendilerini dışarıya sürüklemişti, sessiz bir telaş içinde harıl harıl giyinmeye çalışıyorlardı. Başına bir tas su dökmemiş, saç örgülerini açmamış, hatta peştamalını ıslatmamış olan Seher de aynı telaşla bohçasının başında bulunuyordu. Natırlar, kaybolmuş kazançlarının matemini yüzlerinde somurtuyorlardı. Ana kadın, hamamın adını kötüye çıkaracak olan bu hadisenin sonunu hesaplayarak sinir buhranı geçiriyordu.

      İşte