M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

mahalle bekçisi birbirini silip bozan ve birbirine hiç uymayan karışık duygular içinde bunaltılar geçiriyordu. Güzelliği dillerde gezen Seher’in sesi, rüyasız gecelerini kalın sopasının ucuna takarak sokaklarda süründürmeye mahkûm olan bu adamı iliğine kadar tatlı tatlı titretirken o sese, yabancı bir delikanlı sevgisinin karışması vaziyeti değiştirmiş ve neşeden sarhoşlayan bekçiyi, hiddetten kabına sığmaz bir hâle getirmişti.

      Malları, canları gibi ırzları, namusları da kendi himayesine bırakılmış sandığı şu geniş mahallede evli bir kadının kötü hülyalar taşımasını düpedüz nefsine hakaret sayıyordu. Kocasının konuk diye getirdiği bir gencin güzelliğini konuya komşuya anlatmaktan çekinmeyen kadın, bu hareketiyle o hakareti katmerleştirmiş ve her türlü cezaya liyakat kazanmış oluyordu. Yaz ve kış uykusuz kalarak, çeşit çeşit sıkıntılara katlanarak kalın sopasının korkunç gürleyişi sayesinde rahata, emniyete ve sükûnete kavuşturduğu şu mıntıkada bir kadın fuhşa meyledemezdi ve herhangi bir erkek onun himaye ettiği evlere girerek gönül çalamazdı.

      Seher, işte bu suçu işlemiş, Gülhaneli Hüseyin işte bu günahı irtikâp eylemişti. Vazifesinin geniş hudutlarını kavradığı kadar, o hudutlara bağlı haklarını da gurur ile idrak etmekten geri kalmayan bir bekçi için, bu durumu müsamaha ile geçiştirmek mümkün değildi. Mutlaka ve mutlaka bir şeyler yapmak, memnu aşklara temayül gösteren bu günahkârları vakit geçirmeden cezalandırmak lazımdı.

      Eğer define meselesi olmasa mahalle bekçisi, sopasını koltuklayıp Kara Süleyman Ağa’yı bulacaktı ve kulağına çarpan çirkin hakikatleri ona anlatarak Seher’le sevgilisi hakkında baskın tertibi yahut kadının mufassal bir dayak atılarak evden kovulması, erkeğin de bir tuzağa düşürülüp memnu aşklara tövbe edecek vaziyete getirilmesi gibi işler yaptıracaktı.

      Fakat ayrıca bir suç teşkil eden define işinde Kara Süleyman o iki aşk günahkârıyla ortaktı. Bekçinin düşüncesine göre, bulunan defineyi hemen hükûmete haber vermek gerekti. Kara Süleyman’la suç ortakları ise bu gereği yerine getirmek şöyle dursun, kendisine bile haber ve… hisse vermemişlerdi. Şu hâlde Kara Süleyman’ı da cezalandırmak bir hak ve bir haysiyet meselesi oluyordu.

      Bekçi işte bu mülahazalarla kararını verdi, kalın yumruklarını Seher’in evine doğru uzattı.

      “Sana…” dedi. “Gününü gösteririm! Canlı define, cansız define nidüğün belletirim. Kocana da bu iş us pahası olsun. Bir dahi evine delikanlı getirmeye tövbe etsin.”

      Kararı kati idi. Azmi yaman görünüyordu. Bununla beraber ayakları köstekli gibiydi, sendeleyerek yürüyordu. Çünkü Seher’in sesinden aldığı tat, bal şerbeti içmiş gibi, içine ezinti veriyordu. Kadın, herhangi bir ilham ile o sırada pencereden görünse ve o şerbetten kulaklarına bir nebze daha dökse tasarladığı işten belki vazgeçecekti.

      Bu ilham vaki olmadı. Seher’in sesi onun ardına düşmedi ve mukadderat -bir bekçinin iradesine takılarak- yürüdü. O basit adam, çok mühim hadiselerin temelini kurmak vazifesini omuzladığından tamamıyla bihaber, İstanbul yolunu tutmuştu. Ara sıra Seher’in sesini yüreğinin derinliklerinde canlandırarak cezbeleniyor ve bu cezbe sırasında vicdanının muvazenesizliğini şu sözlerle kayıkçıya hissettiriyordu:

      “Kelle götürmüyoruz hemşehri. Yavaş çek!”

      “Geri dön” diyemediği için “yavaş çek” diyordu. Seher’in sesi billur bir zincir gibi onun benliğini geri çekiyordu. Lakin o sese sarılı bir genç çehre de aynı benliği ileriye itiyordu.

      Bu tereddütler, bu iç kargaşalıkları İstanbul’a varıncaya kadar devam etti. Fakat karaya adım atar atmaz bekçinin durumu değişti, gözleri parladı, yüzü sertleşti, adımları kuvvetlendi ve herif, tasarladığı plana göre, hareket ederek Gülhane’ye gidip Hüseyin’i buldu.

      “Oğul!” dedi. “Ardıma düş. Seni defterdar efendi ister!”

      Mahalle bekçisi gibi değil, bir saray uşağı veya Babıali hizmetkârı gibi davranıyordu. Çünkü katlandığı zahmetin ücretini bolca almak için buna lüzum görüyordu. Hüseyin, dünya işlerine karşı cahil olduğundan ve define meselesinin heyecanından da henüz kurtulamadığından önüne dikilen meçhul kimsenin amir vaziyetine kapıldı, masum bir uysallıkla boyun kırdı.

      “Peki ağa.” dedi. “Gidelim.”

      O devirde maliye vekillerine defterdar deniliyordu ve devlet erkânından bulunan defterdarlar, Topkapı Sarayı’nın Ayasofya yanındaki kapısından girilince sağa tesadüf eden büyük bir binada iş görürlerdi.

      Hazine denilen vezne de o kapının üstündeydi.19 Bekçi, önemli bir suç sahibi olarak -kendi dileği ve kararı ile- yakaladığı Hüseyin’i işte o daireye götürdü, Defterdar Tahir Efendi’nin huzuruna çıkardı.

      “Efendim!” dedi. “Eski Baştebdil Kara Süleyman’ın evinden bir define çıktı. Ev sahibiyle şu delikanlı arasında paylaşıldı. Ben işi bugün duydum, hemen İstanbul’a geçip genç suçluyu yakaladım. Ferman senindir.”

      Parasızlıktan ne yapacağını şaşırmış bir vaziyette bulunan defterdar efendi bu haberi duyar duymaz şahlandı, “Berhudar ol oğlum!” diye bekçiyi dille okşadıktan sonra Gülhaneli Hüseyin’i sorguya çekti, vakıayı başından sonuna kadar söyletti.

      Delikanlı, özü ve sözü doğru bir insan gibi davranmıştı, tehdide veya işkenceye mahal bırakmadan her şeyi apaçık söylemişti. Hükûmetin bu işe niçin karıştığını takdir edemiyordu. Seher’e bağışladığı servetin tehlikede bulunduğunu kavrayamıyordu. Yalnız yaradılışının ibramına uyarak samimi konuşuyordu. Tahir Efendi bu mertçe harekete meftun olduğundan Hüseyin’in koynundan çıkararak teslim ettiği üç bin kuruşu almadı.

      “Bu…” dedi. “Senin hakkındır. Güle güle harcet. Biz kendi hakkımızı Kara Süleyman’dan alırız.”

      Ve başbakı kulunu20 çağırtarak emir verdi:

      “Tiz, Üsküdar’a geç. Şu bekçinin sana göstereceği adamı bul. Hık mık demesine meydan verme. Topraktan çıkardığı defineyi elinden al, buraya getir!”

      İki saat sonra Kara Süleyman çalyaka edilerek Üsküdar mahkemesine getirilmişti. Başbakı kulunun önünde uzun uzun isticvap ediliyordu. O, felaketin nereden geldiğini kavrayamadığı ve Gülhaneli Hüseyin’in ele geçip her şeyi açığa koyduğunu da bilmediği için tegafül21 yolunu tutmuştu, hakikati boyuna inkâr ediyordu. Fakat bekçi ortaya getirilerek duyduğu muhavere22 hikâye ettirilince ve hele Hüseyin’le yüzleştirilince sarsıldı, derin ve ızdıraplı bir hayret içinde yutkunmaya koyuldu. O iki şahit kendisini pek müşkül bir duruma düşürmüşlerdi. Bununla beraber para hırsından aldığı kuvvetle gene inadında ısrar etti.

      “Bunlar…” dedi. “Yalan söylüyorlar. Ben ne define buldum ne hazine! İsterseniz evimi arayın. Kendi paramdan gayri bir nesne bulursanız ananızın sütü gibi helal olsun.”

      Başbakı kulu kötü kötü güldü:

      “Evini arayacağız, gerekli görürsek temelini bile kazacağız. Lakin sana düşen doğruyu söylemektir, bizi yormamaktır. Gel, insaf et, beytülmalin hakkını gene beytülmale ver. Mümkün ki, defterdar efendi merhamet buyurur, sana defineden bir hisse verir. Eğer inadından dönmezsen büsbütün sıfrül’yed (eli boş) kalırsın.”

      Kara Süleyman, koca bir defineyi kuru bir yaygara ile elden çıkarmaya yanaşmadığından başbakı kulu dört beş muhzırla