boyuna devam edecek olan hayalî zifaf sahnelerinde Hüseyin’ine karşı temiz bulunmak kaygısıyla aynı ihtiyacı duyuyordu.
Hamam, o devirlerde bir eğlence âlemiydi. Yarı mahpus hayatı geçiren eski kadınlar, ancak hamamlarda hür bir hava teneffüs ederler ve göbek taşlarında, kurna başlarında diledikleri gibi soyunup dökünerek eğlenirlerdi.
Bu eğlenceler, daima “dört başı mamur” denilecek bir biçimde yapılırdı. Çünkü hamamlarda her şey, kahveden saza ve raksa kadar her şey, bulunurdu. Yemeklerini -tabak tabak ve hatta lenger lenger- birlikte getiren zevk öksüzü kadınlar göbek taşlarını ilkin lokanta salonuna çevirirler ve sonsuz bir iştiha ile yalancı dolma, börek, baklava yiyip karınlarını alabildiğine şişirirlerdi.
Nemli birer ibrişim çilesi hâline gelerek tatlı bir dardağanlıkla kıvrılıp bükülmesi, renk renk saçların boy boy bedenler üzerinde ve ince dokunmuş ipek örtülerin iltizami müsamahalarla yavaş yavaş küçülüp mendilleşmesi ter içinde, duman içinde kurulan bu çıplak sofraya biraz cinnet çeşnisi katar gibiydi.
Kadınlar bu müphem delilik havasına kahkahadan örülme pencerelerden ciğerlerini açarlar ve birbirlerinin benlerini sayarak, saçlarını ölçerek, yağlarını tartarak boyuna lokma atıştırırlardı.
Yemekten sonra sıra içmeye gelirdi. O vakit ana kadın denilen hamam sahibinin mahir işaretiyle harekete geçen natırlar,25 yüksek topuklu nalınlarına besteli bir ahenk çize çize göbek taşı etrafında hizmet raksına girişirler, büyük tepsilere dizili fincanlarla, bardaklarla çıplak müşterilere kahve, şerbet ve ayran verirlerdi.
Hamamlarda zümre farkı hem vardı hem yoktu. Bu fark, kadınların kulaklarında, bileklerinde, topuklarında pırıldayan küpelerden, gerdanlıklardan, bileziklerden, halkalardan sezilebilirdi. Lakin her kadın, yeni doğmuş bir mahluk durumunda olduğu için bütün kurnadaşlarıyla eşit gibi görünürdü. Birinin öbürüne tahakküm etmesi veya etmek istemesi çok seyrek görünür hadiselerden olup böyle bir densizlik vukusunda bütün hamam halkı, o mütecaviz kadını kahkaha sağanağına tutardı.
Bununla beraber hamamlarda servet teşhir etmek âdet hâlindeydi. Zengin kadınlar, en kıymetli taşlarını göbek taşında pırıldatırlar ve en iyi elbiselerini hamamda giyinmek için yaptırırlardı. Lakin kadın gözü elmastan ziyade ete kıymet verdiğinden güzel vücutlar parlak süslerden çok daha ziyade haset uyandırırdı.
Natırlar ve hamamlarda daima hazır bulunan hanendeler, bu hakikati kavramış olduklarından, daha doğrusu kadın olmak dolayısıyla aynı hakikate meclup26 bulunduklarından terennüm ve raks arasında seslerinin tebessümünü, kıvrılıp bükülüşlerindeki heyecanı tercihen güzel gözlere, mütenasip vücutlara dökerlerdi.
Hamamlarda küçük mikyasta orta oyunu da oynanırdı. Bu oyunları erkeklerinkinden ayırt ettiren nokta, kadının erkek rolü almasıdır. Malum olduğu üzere, umumi orta oyunlarında erkekler, zenne adı altında kadın rolü yaparlar. Hamamlarda bunun tersi yapılarak kadınlar erkek kılığına girerlerdi. Fakat sade bir peştamala bürünerek erkek rolü yapan kadınların teşahhus ettirilmesi için, bir hayli gülünç külfete katlanmak lazım gelirdi ve bıyık takmak, erkeğimsi kâkül sarkıtmak gibi tamamıyla müşahhas olan bu külfetler -oyunun mevzusundan belki yüz kat fazla- neşe uyandırırdı.
Seher, işte böyle bir âlemin kucağına atılmak istiyordu. Hamamda göreceği bütün kadınlarla kendisini mukayese edecek, onlardan birinde herhangi bir surette üstünlük bulursa noksanını telafi için çareler bulmayı düşünecekti. Fakat bir mülahaza neşesini bozuyordu: Hamam dönüşü kocasıyla birleşmek!.. Kara Süleyman, birkaç gün eve gelmemek ihtimalini ileri sürmüşse de bu ihtimal suya düşebilirdi. O zaman Hüseyin’in şerefine yapılan itinalı temizlik heder olup gidecekti.
Seher, bu acıklı akıbetten korunmak, benliğini hayalindeki sevda tosununa tertemiz sunmak için bir yol aradı ve yalandan hastalanmayı tasarladı. Evet. Hamam dönüşünde kocasını eve gelmiş bulursa hasta olduğunu söyleyecekti, Hüseyin’in hayalini kocasının sızılı bacaklarına çiğnetmeyecekti.
Seher, bu kararı aldıktan sonra bohçasını hazırladı, en şık elbisesini giydi, altın halhallarını gümüş topuklarına taktı, büyük hamama gitti.27
Yolda, Hüseyin’le sanki yan yana yürüyormuş yahut topuklarını onun gölgesi okşuyormuş gibi heyecanlanıyordu. Hamamda da gene onun eliyle peçesi alınıyor, yeleği çıkarılıyormuş gibi, mahzuz istiğraklar geçirdi ve sevgilisinin mermer kucağına atıldığını kuruntulayarak göbek taşına yığılıp uzandı.
Yiyenleri, içenleri, gülüşüp şakalaşanları, birbirlerine tas tas soğuk su dökenleri ve birbirlerinin örtülerini kapıp kaçanları dalgın dalgın seyrederken hamamın buğuları arasında Hüseyin’in uçtuğunu tevehhüm ediyordu ve garip bir kıskançlıkla bütün kadınları koyu dumandan bir örtüye sararak görünmez hâle koymak istiyordu.
Fakat güzelliğine güveni yerindeydi. Ne şişman ne zayıf, ne esmer ne beyaz, hiçbir kadın vücudu o güveni sarsamıyordu. Orada, o göbek taşında, kendini insanlar arasına karışmış bir peri sanarak gurura kapılıyordu.
Hakkı da vardı. O an için gerçekten bir peri güzelliği taşıyordu. Sayıları yüzü aşan ve bütün kadınlık cazibeleri açıkta bulunan şu renk renk ve çeşit çeşit mahluklardan hiçbiri -bilhassa manalı, edalı, hareketli olmak bakımından- onunla boy ölçüşemezdi. Çünkü âşıktı ve çirkinleri güzelleştiren aşk, bu mümtaz kadın simasına, bu müstesna kadın endamına bambaşka bir cazibe veriyordu.
Bu üstünlüğünü, bu herkesten güzel olmak bahtiyarlığını Hüseyin’e -kendi dileğine göre- seyrettirip tattıramadığından ötürü de mahzundu. Derece derece artan sevimli bir dalgınlık içinde hüznüne şifa arıyordu.
Bir aralık hatırına natırlardan birine başvurmak geldi. O devirlerde bohçacı adı verilen ayak satıcısı kadınlardan çoğu aşk müvezziliği yaptığı gibi, natırlardan bir kısmı da itiraf olunamayan aşkları ustalıkla açığa vurdurarak sevdalı kadınlara vuslat yolu gösterirlerdi. Seher, işte bunlardan birine dert yanmak ve onun kılavuzluğuyla Hüseyin’i bulmak istiyordu.
Fakat hangi natıra ve nasıl bir ağızla yanaşacağını kestirmeden bir kargaşalık yüz gösterdi. Kapılar, kubbeler seslerini aksettirerek birbiri ardınca açılıp kapanmaya, soğuk ve sıcak hava cereyanlarının boğuşmasından göbek taşına bir serinlik yağmaya başladı. Sofra safası yapanların ağızlarındaki lokmalar dondu, şarkı okuyanların sesleri kesildi. Suların şırıltılarına kendi tınnetlerini karıştıran taslar kurnalara gömüldü, her tarafta korkulu bir hayret belirdi ve hamama yaslı bir sima çöktü.
Ana kadın telaşla içeri girip çıkıyor, natırlar şuraya buraya koşuşuyor ve kulaktan kulağa bir şeyler fısıldanıyordu. İlkin mahrem bir dedikodu gibi cereyan eden bu kulak sohbeti kısa bir müddet içinde velvele biçimini aldı ve nihayet her dudakta aynı kelimeler inledi:
“Hamamı basmışlar!..”
Seher de yanı başındaki kadının kısa bir izahı üzerine dişlerine bu feryadı takmış ve bağıra bağıra yerinden fırlamıştı. Zaten oturan, su dökünen, taranan, lif süren, keselenen kimse kalmamıştı. Herkes ayaktaydı ve herkes haykırıyordu.
Bununla beraber vakıanın mahiyetini anlayan yoktu. Yalnız baskından bahsolunuyordu, yalnız telaş gösteriliyordu, yalnız gözyaşı dökülüyordu. Muslukların susup da gözlerin sıcak sıcak yaş dökmesi -hele bir hamam içinde- çok garip bir hâletti. Tarakların bir yana atılıp saçlarda parmakların oynaması ve o saçların düzelecek