M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

gidiyordu.

      Garip olan nokta, dışarıdaki gürültünün müsellah ve mütearrız bir hareket hâlinde hamam eşiğini aşmamasıydı. Cereyan ettiği, gözle görülür derecede hissolunan savaş ancak küfür, nara, sayha hâlinde kalıyordu. Hamam, sihirli bir kale gibi taarruzdan uzak duruyordu.

      Kadınlar, bu garabetin farkında değillerdi. Yalnız kaçış ve kurtuluş yollarının kesildiğini anlayarak dövünüyorlardı, saçlarını yola yola bağırıyorlardı.

      Nihayet dışarıdaki korkunç gürültü kesildi ve onunla muvazi olarak kadınların da vaveylasına sükûn geldi. Şimdi muzdarip kulakların hassasiyeti merak bulutlarıyla dolu gözlere geçmişti, herkes hamam kapısına şuurunu dikerek akıbetlerini tayin edecek olan haberi bekliyordu.

      Haber gecikmedi ve halas müjdesi şeklinde kadınların yüreğine döküldü. Feveranlı bir heyecan ve savaştan muzaffer çıkmanın verdiği haklı bir gururla “kaçgöç” ananesini -şuursuz olarak- çiğneyip kadınların ortasına kadar giren hamamcı Hafız, terli yüzünü koca bir mendile öptüre öptüre hadiseyi anlatıyordu:

      “Dört it paçama sarıldı, beni ısırmak istedi. Meramları para!.. Yalvardım olmadı, yakardım olmadı. Heriflerin gözü dönmüş. Yumuşak davransam hamama da girecekler, içinizden dişlerine uygun görünenleri omuzlayacaklar. Bu da benim ırzımı yele veren bir iş olacak. Onun için ayak diredim, sert davrandım. Onlar da seslerini perde perde yükselttiler, palaya davranacak oldular, bu durumda kan başıma sıçradı. ‘Can kurtaran yok mu, nedir bu rezillerden çektiğimiz?’ diye bir haykırdım. Konuyu komşuyu, bakkalı, çakkalı ayağa kaldırdım. Bir odun, bir sopa, bir bıçak, bir balta yakalayan Üsküdarlı sesime koşuverdi, heriflerin etrafını sarıverdi. Onlar, bu yığıntıyı mühimsemiyorlardı. Kuru bir gözdağı sanıyorlardı. Fakat küfürler başlayınca işin şaka olmadığını anladılar, can kaydına düştüler, yalın pala halkın üstüne saldırdılar. Artık kıyasıya vuruşuyorduk. Herifler ne olsa yeniçeri!.. Atılmayı da korunmayı da biliyorlardı. Bizimkileri hırpalıyorlardı. Bereket versin ki kalabalıktık, bire karşı yüz kişi idik. Bu sayede dayandık, haydutlardan ikisini geberttik. İkisini kaçırttık. Kaçanlar Atpazarı yanındaki bostana girmişlerdi. Halkın ayranlığı kabardığından aman vermediler, onları da saklandıkları yerde sardılar, tabancalarıyla ateş etmelerine aldırış etmeyip üzerlerine çullandılar, birini öldürüp öbürünü bitkin bir durumda yakaladılar. Şimdi herif kumlukta baygın yatıyor. Ben size müjde vermeye geldim. Hepimize geçmiş olsun. Haydi, rahat rahat giyinin, evinize gidin, yolunuz açık olsun!..”30

      Kadınlar korkunç vakıanın hakikatini öğrendikten sonra hemen sokağa atılmışlardı, dedikodu faslını evlerinde yapmak üzere yelyeperek koşuyorlardı. Seher, tehlikenin giderilmiş olmasına kapılarak ve yıkanmadan evine dönmeyi kendince doğru bulmayarak sürüden geri kaldı, yeni baştan soyunup içeri girdi, uzun uzun sabun süründü, liflendi, keselendi, geç vakit hamamdan ayrıldı.

      Bu geri kalışta natırlardan biriyle dertleşmek arzusu bilhassa amil olmuştu. Lakin onlar henüz heyecandan kurtulmadıkları gibi bayılan, çocuk düşüren müşterilerle uğraştıklarından meramına eremedi, sadece temizlenip sokağa çıktı.

      Baskın heyecanından tamamıyla sıyrılmıştı. Benliğini gene aşk heyecanına vermişti. Gözü kapalı imiş gibi yürüyordu ve bu kapalı gözlerle hep Hüseyin’i görüyordu. Dökündüğü bol sıcak suyun, uzun uzun süründüğü kese ile lifin gençliğine kalın bir kir tabakası şeklinde sarıldığını kuruntuladığı evlilik alakasını silip çıkardığını sanarak derin bir haz duyuyordu.

      Evet. Kocasına ilişkin her hatıranın pıhtı pıhtı kir gibi üzerinden düşerek hamamda kaldığını tevehhüm ediyor ve seviniyordu. İçinde bakir bir ruh tekevvün ettiğini seziyor ve göğsünde yepyeni bir yürek doğduğuna inanarak “Hüseyin, Hüseyin!” diye çırpınan o taze kalbin neşesine kulağını ayna yapıyordu.

      Ne önünü ne yanını görüyordu. Sokakta değil de yüksek bir boşluk içinde yürüyor gibi adım atıyordu. Evinde sevgilisinin hayalini bütün incelikleriyle tecessüt ettireceğine, o hayale hayat ve lisan vereceğine inandığından bu şevk ile sık sık sendeliyordu.

      Bir aralık şuurunda bir uyanıklık belirdi, gözlerini yüreğinden ayırıp etrafa çevirdi, günün bitmek ve güneşin batmak üzere bulunduğunu gördü. Geç ve çok geç kalmıştı. O devirde ve hele küçük mikyasta sokak muharebesi görmüş bir günde genç bir kadının tek başına dolaşması tehlikeli bir hareketti.

      Seher de bu durumunu sezdi, bir ayak önce evine kavuşmak için adımlarını sıklaştırdı. Her yer ıssızdı, evler bile âdeta boş görünüyordu. Bu sessizlikte ve bu ıssızlıkta sabahki çarpışmaların, şüphe yok ki tesiri vardı. Çünkü halk, öldürülmüş yeniçeriler yüzünden yeni yeni baskınlar ve tecavüzler vukuya gelmesinden endişelenerek evlerine kapanmış bulunuyordu.

      Seher şimdi korkuyordu, koltuğundaki bohçayı düşürecek derecede telaş içinde evine doğru koşuyordu. O ev gözüne cennet kadar güzel ve gene cennet kadar uzak geliyordu. Yirmi otuz adım daha yürüyünce sol köşeyi kıvrılacak ve bitmez görünen mesafelerin ızdırabından kurtulup rahata kavuşacaktı. Fakat o yirmi adımı atamadı, o köşeye varamadı, o cenneti göremedi, üç korkunç adamla karşılaştı. Bunlar, yeniçeri kılıklı kimselerdi, tepeden tırnağa kadar silahlı olup durumlarından yaman kişiler oldukları anlaşılıyordu.

      Seher, cennet yolunu kesen cehennem zebanileri gibi birdenbire önüne çıkan bu üç adamı görünce iliğine kadar titredi, dizlerinin bağı çözülüyormuşçasına bir sarsıntı geçirdi ve şuursuz bir telaşa kapılıp geriye döndü. Onların yanından geçmemek, nefeslerini duymamak, silahlarına gözlerini kaptırmamak için -düşünmeden- böyle hareket etmişti. Onda düşmanını ve düşmanının pençesinde sırıtan ölümü görmemek kaygısıyla başını kumlara sokan bir devekuşu alıklığı vardı. Tehlikeden kaçtığını sanarak tehlikeye sırtını çeviriyordu.

      Yeniçeriler, yüzü görünmemekle beraber, güzelliğine mevzun endamını tahammül olunmaz bir belagatle şahit gösteren avare yolcuyu ilk bakışta beğenmişler ve bir lahzada kararlarını vermişlerdi. Onun yüz geri etmesi üzerine içlerinden biri kötü kötü güldü:

      “Bre tornacı!” dedi. “Atıl. Şu kekliği yakala!”

      Kendine hitap olunan adam, gerçekten bir torna süzülüşüyle fırladı, koşar görünüp de ancak sendeleyen Seher’in koluna yapıştı ve onu serçe yakalayan hoyrat bir kartal çevikliğiyle sırtlayıp hızlı hızlı kıyıya doğru yürümeye koyuldu. Kadın, ensesinde aslan nefesi duyan bir ceylan gibi, kısa bir titremeden sonra bayılıvermişti, yükseldiği omuzlar üzerinde uyuyordu. İki yeniçeri de -elleri palalarının kabzasına dayalı olarak- çatık kaşlı bir sükût içinde onları takip ediyordu.

***

      Hüseyin, define davasının Kara Süleyman aleyhinde neticelendiğini görerek yola düştükten sonra garip bir iç bocalayışına tutulmuştu. Yüreği evinden fırlayıp geriye, Seher’in eşiğine doğru yuvarlanmak istiyor, ayakları da bedenini iskele tarafına sürüklüyordu. Ömrünün ilk aşkıyla idrakinin ilk sersemliği mücadele hâlindeydi. Aşk ona çılgınlıklar telkin ediyordu. Muvazenesini kaybetmeye başlayan idraki ise uçuruma gitmekten kendini alıkoymaya savaşıyordu.

      Delikanlı, bu iç bocalayışı arasında sarsıla sarsıla kıyıya vardı, kollarını göğsüne kavuşturarak gamlı gamlı, denizi seyre daldı. Büyük su, çerçevesiz bir firuze ayna gibi gözünün önünde mavi bir imtidatla uzanıyor ve yer yer ona Seher’in berrak tebessümünü temaşa ettiriyordu. Onda, sabun köpüğünden yarattıkları balonu yakalamak