M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

bir yiğit olacaksın. Bari kim olduğunu açığa vur da biz de karşında boyun kıralım.”

      Ve birden gözlerini fal taşı gibi açtı, haykırdı:

      “İşte bak, hırlayışına bak. Ulan sen ne yürekle Nakilci Ağa’yı uşağınmış gibi salt adı ile sorarsın! Yoksa ağzını mı yırttırmak istersin?”

      Hüseyin renkten renge girip yükünün altında soğuk soğuk ter dökerken kolunda taşıdığı bir servi ve iki zürafa resminden 58’inci ortalı olduğu anlaşılan gür kaşlı, pos bıyıklı bir başka yeniçeri arkadaşının omuzuna elini koydu:

      “Celallenme!” dedi. “Bu bir peçesiz civelek44 olacak. Belki Nakilci Ağa’yla dosttur. Yol verelim de kahveye girsin, oradaki canlara can katsın…”

      Hüseyin, kendini himaye eder gibi görünen şu müdahalenin nasıl çirkin bir ima taşıdığını kestirememekle beraber baklava sinileri arasından geçti, kahvenin eşiğine vardı, yükünü yere koyup içeri girdi. İlk mangayı aşmış olmak yüzünden daha ileride bir engele tesadüf etmemiş ve hedefine kadar ulaşmıştı.

      Kahvede yirmi otuz kişilik bir cemaat vardı. Haydar Baba bu kümenin kalbi gibi ortada oturuyordu. Kıncı ile Hüseyin Baba onun sağında ve solunda yer almışlardı. Mahut delikanlılar, yarım bir halka hâlinde babaların arkasında sıralanmışlardı. Ağalar, kapıya doğru birer mevki işgal ediyorlardı.

      Hüseyin’in sellemehüsselam içeri girmesi üzerine bütün gözler onun üzerine çevrildi ve ilk soruyu Haydar Baba yaptı:

      “Ne o oğul, yol mu şaşırdın?”

      Delikanlı, bir köy odasında veya herhangi bir mecliste küçüklerden büyüklere karşı yapılan muameleyi hatırlayarak süklüm püklüm yürüdü, babalarla ağaların ayrı ayrı ellerini öptü:

      “Nakilci Ağa’yı görmek dilerim. Kendisine dert yanacağım.”

      Haydar Baba sakalını parmaklarıyla tarakladı, kötü kötü güldü, çirkin çirkin mırıldandı:

      “Yanacak mısın, yakacak mısın? Açık söyle can!”

      Ve Hüseyin’in yüzü allaşıp morlaşırken Nakilci Mustafa’ya yüzünü çevirdi:

      “Kendi gelen kurban uğrunda yüz can tığlansa revadır. Kadrini bil de sıkı tut. Kem gözden koru.”45

      Nakilci, çam azmanı tabirini endamında canlandıran heybetli bir adamdı. O günkü rasime şerefine resmî giyinmişti. Başında çorbacılara mahsus kırmızı renkte değirmi bir kalafat vardı. Arkasına kırmızı çuhadan uzun kollu bir cübbe, altına kızıl entari ve kızıl şalvar giymişti. Fakat silah bakımından resmî çerçeveyi aştığı görülüyordu. Belinde çifte piştov, koca bir pala ve elinde de yaman bir şeşper bulunuyordu.

      Meçhul gencin kendi adını vererek içeri girmesi üzerine ilkin belinler gibi olmuştu. Çoluk çocuğun -hele laubali tavırlarla- şahsına alaka göstermelerini saygısızlık telakki ediyordu. Onun kanaatine göre fili fil, kaplanı kaplan arayabilirdi. Örümceklerin aslan yuvalarında görünmesi, o yuva sahibi için şerefsizlikti.

      Fakat toy delikanlının babalara yaklaşıp el öpmesini seyrederken ince bir nokta gözünden kaçmadı. Genç adam, ananeye ve usule göre avucun içini öpecek yerde “ham ervah” gibi elin dış tarafını öpüyordu. Onun, kendisini ve öbür ağaları selamlaması da tam başıbozukvari idi. Çünkü ocaklılar ve ocaklıyla temas etmek isteyenler kollarını kavuşturarak, başlarını vücutlarının göbekten yukarı kısmıyla beraber eğerek selam verirlerdi. Hâlbuki şu nidüğü belirsiz delikanlı bayramlarda büyüklerin elini öpen çocuklar gibi davranmıştı.

      Nakilci, bu hâllerden onun ne sofa tezkeresi almış ne de ikrar vermiş olduğunu anladı.46 Bu sebeple edebe riayetsizliğini mazur gördü. Fakat kendisini böyle bir sekinetli hükme sürükleyen hakiki sebep delikanlının toyluğundan, tekke ve ocak merasimine vukufsuzluğundan ziyade güzelliğiydi. Nakilci Mustafa, büyücek düğünlerde nakil yahut nahil denilen süslü mumları yapmakla geçinir bir adamken bileğindeki ve yüreğindeki peklik yüzünden Yeniçeri Ocağı’nda seçkinleşmiş, o günün en ünlü şahsiyetleri arasında yer almıştı. Şimdi mum yapmıyor, mum satmıyordu. Para toplamak, zevk sürmek hırsıyla, hanumanlar söndürüyordu.

      O, yalnız cesur değildi. Şeytana ters külah giydirecek kadar da zeki idi. Esnaf loncasından ocağa geçerken ve ocak kuvvetiyle İstanbul’u haraca keserken Bektaşiliğe candan bağlanmayı da gerekli görmüştü. Gerçi yeniçerilerin hepsi o tarikata mensuptu. Acemi oğlanlardan katar ağalarına kadar herkes “Hacı Bektaş köçeği” olmakla iftihar ederdi. Lakin Nakilci, kalabalığa uymak kabîlinden Bektaşiliğe intisap etmemişti. O, yolun girdisini çıktısını kavrayarak babaların can yoldaşı, sırdaşı ve sözünden geçilmez arkadaşı olmuştu. İnsan gözünün, kaşının, kirpiğinin ve hatta mafsallarının lahuti âlemlerden birine delalet ettiğine, güzelliğin “Cemalülallah” güneşinden bir zerre bulundurduğuna -bu Bektaşilik yüzünden-imanı vardı. “Âdem’in” mescud47 ve Âdem’in mabut olduğunu kabul edenlerdendi.

      Gene bu imana ve bu akideye bağlı bir kanaatle güzelliğin ancak erkeklerde ilahi bir mana alabileceğine şüphe etmezdi. Peygamber Yusuf’a ayla güneşin secde ettiği hakkındaki rivayeti tam bir hakikat olarak telakki eder ve hiçbir kadına böyle bir semavi ikram yapılmadığı için erkek güzelliğinin kadın güzelliğinden üstün bulunduğuna iman beslerdi.48

      Kadına karşı kayıtsız değildi. Hatta hovardalıkta bütün İstanbul külhanlarına taş çıkarıyordu. Lakin kadın güzelliğini bir gülün yaprağına, bir bülbülün ağzına benzetirdi. Gülün ıtırını, bülbülün sesini erkek güzelliğinde arardı.

      Onun için meçhul delikanlının kusurunu hoş görmüş ve ondaki bedii tenasübe kıymet vermişti. Haydar Baba’nın da aynı düşünce ile heyecanlanarak toy delikanlıya alaka gösterdiğini görünce yataklı bıyıklarını sıvazladı.

      “Nakilci benim.” dedi. “Dileğin neyse söyle!”

      Hüseyin, o meclisin mehabetinden doğma şaşkınlığını artık gidermişti. Yaradılışındaki safiyete yakışan bir sadelik içindeydi. Gene o sadelikle babaların yanından çekildi, Nakilci Mustafa’nın önüne gelip diz çöktü, anlatmaya koyuldu:

      “Ben Gülhaneliyim. Adım Hüseyin’dir. Yetim doğdum, öksüz büyüdüm. İki yıldır toprak belleyip karnımı doyuruyordum. Üç gün önce bahtım açılır gibi oldu. Şarkı okuyarak Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru inerken şevketlu hünkâr tarafından Çırağan’a çağrıldım, seferli koğuşuna çırağ edildim. Bu sabah da kovuldum. Kusurum olsa gam yemezdim. Lakin bir suç işlemeden kapı dışarı edilmek gücüme gitti. Hele beni saraydan yeniçeri ağalarının kovdurduğunu öğrenince yüreğim bir kat daha incindi. Ben ağaları tanımam. Ağalar beni bilmez. Neden lokmamı ağzımdan aldırdılar? Senin ününü duyunca işte bunu sormaya geldim. Mert bir adamsan elimden tut, beni hakkıma kavuştur.”

      Babalar da ağalar da onu cezbeli bir zevk içinde dinliyorlardı. Onların her biri belki yüz delikanlıya şarkı okutmuş ve o gençlerin tekellüm yahut terennüm ederken seslerinde beliren -tiz veya pest- ahengi derece derece ölçmüş kimselerdi. Fakat hiçbiri bu kadar candan konuşan, kelimeyi nağme yapan bir ağız görmemişti. O sebeple mütezayit bir hazza kapılmışlardı, yüreklerini kulaklarına takarak vakur bir hıçkırık gibi dökülen bu sesi ruhlarına geçiriyorlardı.

      Nakilci,