M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

veriyordu. Seher’i düşündükçe benliğinde ateşli bir tuğyan husule geldiği hâlde, ona taalluk etmeyen şeylere karşı -tabir caizse- daimî bir rükudet60 duyuyordu. Aynı zamanda henüz şuurlanmamış bir izzetinefis sahibi idi. Sövülmekten, dövülmekten son derece çekiniyordu. Kendi kuvvetini denememişti. Bu sebeple bakışlarının kuvvetini gözünde büyültüyor ve bizzat taşıdığı kuvvete itimatsızlık gösteriyordu. Onu -şu tereddütlü, şüpheli durumuyla-henüz uçma ve ava atılma tecrübesi yapmamış bir kartal yavrusuna benzetmek mümkündü. Kanadı, pençesi ve gagası vardı. Lakin bunları kullanmamıştı ve kullanmak için rehbere muhtaçtı.

      İşte bu toyluk kendisini Nakilci’nin önünde sessiz ve hareketsiz bırakıyordu. Korkunç zorbanın hançer gibi keskin bakışları, sert konuşması, müsellah bir kalabalığa dayanan çalımı, şahsen de silaha bürünmüş bulunması bu sessizliğe ayrıca amil oluyordu.

      Bununla beraber Seher’e kavuşmak için, Nakilci’den yardım beklemese ve Seher’e layık olmak imkânını o yardıma bağlı görmese saf delikanlının şu tahakkümlerden bir mert hamle ile sıyrılıvereceğine şüphe yoktu. Lakin Seher’i düşünmekten kurtulamadığı için iradesine sahip olamıyordu, ruhi bir beht içinde yuvarlanıp gidiyordu.

      Nakilci, gerçekten zarif elbiselere sardığı köçeklerden her birini sofra başına çağırarak Hüseyin’e şarap verdirdi ve buna mukabil Hüseyin’i de kendine şarap sunmak hizmetinde kullandı. Fasılasız içiriyor ve içiyordu. Bundan ötürü çabuk sarhoşlandı, başından terliğini attı, sırtından haydariyi fırlattı, göğsünde açılmadık düğme bırakmadı ve narayı bastı: “Saz başlasın, köçekler oynasın!”

      Şimdi, yaman bir curcuna yüz göstermişti. Ağayı memnun etmek için mızraplar telaş gösteriyor, yaylar uzanıp çekiliyor, teller gerilip esniyor, tefler çırpınıp dövünüyor, köçekler açılıp saçılıyordu. Nakilci ne tizden peste, pestten tize koşan saz takımının feryadına ne gümüş topukları yelpazeleyen renk renk eteklilerin yarattığı kavsikuzahlara61 ilgi gösteriyordu. Bir çift karabulutu andıran gözleri beyaz bir ufukta, Hüseyin’in yüzünde geziniyordu.

      Delikanlı, kendi yaşında gençlerin yırtmaçlı entariler içinde şişkin eteklerini aça aça çılgın rüzgârlara tutulmuş yapraklar gibi fırıl fırıl dönmelerini hayretle seyrediyordu ve bu dönüş sırasında uçuşan kâküllerde, seyyal bir tebessüm zehabı uyandırarak açılıp kapanan dilim dilim beyazlıklarda Seher’den parçalar, nişaneler arıyordu.

      Manzaradan hoşlanmıyordu. Fakat Seher’i düşünmesinde ahenkli bir vesile teşkil ettiği için gözlerini kapamıyordu. Zaten sahne onun hayatı bakımından bir yenilik teşkil ediyordu. Ömründe köçek görmemiş ve raksın bu kadar renklisini, çılgınını seyretmemişti. Bu sebeple de manzaraya alakalanıyordu.

      Nakilci sık sık bu alakaya fasıla veriyor ve onu sakiliğe kaldırıyordu. Hüseyin genç ve dinç kafasındaki mukavemet kabiliyeti sayesinde uzun bir zaman kadehdaşına eş olmaktan geri kalmamıştı. Onunla kadeh tokuştura tokuştura şarap içtiği hâlde henüz sarhoş değildi. Fakat alkole karşı gösterdiği mukavemet gitgide azalmaya başladı, içinde bir değişiklik yüz gösterdi. Şimdi o da dönmek, ruhunu bir kasırgaya kaptırarak şu renkli halka içinde bir yaprak olmak istiyordu. Tavana asılı bir avize gibi yükseklerden ışık püsküren Seher’e doğru uçabilmek için böyle bir dönüşe lüzum görüyordu.

      Nakilci ile bir kadeh daha tokuşturduktan sonra, düşüncesini açığa vurdu:

      “Ağa!” dedi. “Ben de bu alaya katılacağım.”

      Sarhoş zorbanın da düşüncesi zaten buydu, onu raksa kaldırmaktı. Delikanlının kendiliğinden böyle bir dilekte bulunması üzerine geniş geniş gülümsedi, şen şen homurdandı:

      “Durduğun kabahat. Dön, sen de dön. Beynim gibi dön, yüreğim gibi dön.”

      Şimdi, o, bir düzine yıldız arasında tek bir güneş gibi pırıl pırıl dolaşıyor, kaidesiz sıçrayışlarla ve nizamsız süzülüşlerle durmadan dönüyor, dönüyordu. Fakat her çılgın adım onun kafasında bir hercümerç yarattığı için, çok geçmeden sendelemeye başladı, dönmek kudretini kaybederek yalpalamaya girişti.

      Nakilci, tam manasıyla sarhoş bulunmasına rağmen, bu vaziyeti sezmekte gecikmediğinden müdahaleye lüzum gördü:

      “Yıkılacaksın Hüseyin. Oyunu artık bırak, yanıma gel.”

      Ve ona bir bardak şarap daha sunarak dizlerinin dibine oturttu.

      “Bugün…” dedi. “Kahvede okuduğun nefesi üfle.”

      Hüseyin, ayılır gibi oldu. Çünkü istenilen nefeste Seher’in adı vardı ve onu benliğinin bütün kudretiyle haykırabileceğini düşünmek kendisine taze bir hayat, yepyeni bir zindelik vermişti. Bununla beraber tereddütten kendini alamadı. Babaların, ağaların yanında Seher’in adını diline almak yüzünden hissetmiş olduğu nedametin hatırası alkol dumanıyla dolu kafasında kımıldanmaya başlamıştı.

      Nakilci onun tereddüdünü sezmediği hâlde, başka bir mülahaza ile sabırsızlık göstermiyordu, dalgın dalgın düşünüyordu. Sarhoşluğunu sert bir irade hamlesiyle yenip gizli mülahazalar yürüten korkunç zorba, uzunca bir sükûttan sonra başını kaldırdı ve nedimlerine, musahiplerine, dalkavuklarına yol veren bir hükümdar ağzıyla gürledi:

      “Halvet!..”

      Bu kelime büyülü bir nefes gibi bir lahza içinde odayı ıssızlattı. Sazendeler neylerini, tamburlarını, utlarını, deflerini, şeştarlarını, kanunlarını yakalayarak, köçekler de eteklerini toplayarak sessiz bir telaşla sofaya döküldü ve Nakilci ile Hüseyin baş başa kaldı. Delikanlı “halvet”in ne demek olduğunu bilmiyordu. Bu sebeple o kalabalığın silinip kayboluşunu hayretle takip ediyordu. Aynı zamanda kaçışa benzeyen şu gidişe kendinin de iştirak edip etmeyeceğini kestiremediğinden üzüntülü bakışlarla Nakilci’den işaret bekliyordu.

      Sarhoş zorba, gene dalgın bir durumla, yerinden kalkmıştı. Muvazenesini toplamaya çalışıyordu. Ayaklarının alkol yüklü bedenini taşıyacağına kanaat getirdikten sonra Hüseyin’in ellerine yapıştı:

      “Nefesi…” dedi. “İçeride oku. Seni dinlemesini istediğim bir kuşum var. Bu nefesten o da haz alsın.”

      Delikanlıyı birlikte yürüttü, iç içe odalardan geçirerek mabeyin adı verilen aralığın eşiğine getirdi. Cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı:

      “Gir!” dedi. “Bu yol bizi hareme götürür!”

      Sonra kötü kötü güldü:

      “Harem dediğime bakıp da beni evli sanma. Omzuma nikâh yükü almadım. İmam duasıyla şeriat evine girmedim. Yalnız bir kafes kurup adını harem koydum. Kafeste her cinsten kuş bulunuyor: Serçeden bülbüle kadar her kuş!.. Hele kumral bir papağanım var ki eşini ne Hint’te bulursun ne İran’da. Bana mahsus, cenabıma mahsus, zatıma mahsus, Nakilci Hazretleri’ne mahsus!..”

      Ve birden vahşileşti, Hüseyin’in ellerini kıracak kadar sıktı:

      “Sana yan bakanın gözünü çıkarırım, ciğerini koparıp köpeklere atarım! Eğer sen de papağanıma kem gözle bakarsan aynı şeye uğrarsın! İlkin kör olursun, sonra kara toprağa gömülürsün! Nakilci’nin şakası yoktur! Bunu bil, ayağını denk al.”

      O aralığın ilerisinden cıvıltılar duyuluyordu ve Hüseyin’e gerçekten bir kafes önünde bulunulduğu zehabını veriyordu. Delikanlı, Seher’in aşkıyla iliğine kadar dolu olduğu için ne o cıvıldayan ağızları merak ediyordu ne de