M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

işte bu derece derece artan karanlıkta gene derece derece silikleşerek nihayet hareketsiz bir gölgeye munkalip oldu. Artık ne odada şule ne eşyada vuzuh ne onda benliğini teşhis ettirecek bir nişane seziliyordu. Her taraf karanlıktı ve Hüseyin bu karanlıkta erimişe benziyordu.

      Bir ve belki iki saat böyle geçti. Hüseyin, harharasız ve tamamıyla hareketsiz kaldı. Şarap ona ölümün duygusuzluğunu tattırıyordu ve karanlık o muhite geniş bir mezar siması çiziyordu.

      Sahnenin, gün doğup da zulmet ortadan silininceye ve delikanlının idraki basübadelmevt sırrına ererek yeniden hayat buluncaya kadar devam edeceğine şüphe yoktu. Fakat bir gölge, beyaz bir gölge, vakitsiz peyda olan bir gün ışığı yahut yürüyen bir mum gibi o koyu karanlığı ansızın yırttı. Sonra nurani bir nefes gibi, sarhoş delikanlının ölgün dudaklarına kapandı ve… bir mucize yarattı.

      Hüseyin kımıldanıyordu, konuşa konuşa uyanıyordu. O gölge şimdi bir kulak olmuştu, şarabın sinirlerine ördüğü zinciri gerine gerine kırarak uyanan delikanlının dudaklarındaki kelimeleri dinliyordu.

      Dirilir gibi uyanan genç, o müşkül ve muzdarip yakaza deminde gene yârini, yâri canını sayıklıyordu; yorgun, fakat mesut bir sesle mırıldanıyordu:

      “Seher, canım Seher, güzel Seher!”

      Nurani gölge titredi, üzerine kapanıp da nefes nefes harekete, idrake ve belki heyecana kavuşturduğu dudaklarından uzaklaşır gibi oldu. Fakat bu durumunu uzun bir zaman muhafaza etmedi, garip bir titreyişle gene o dudakları sardı ve inledi:

      “Seher benim Hüseyin. Ağzını kapa. Yüreğini aç.”

      Delikanlı, mahşer arifesinde ötecek İsrafil düdüğünü duyup da binlerce, on binlerce yıl sürmüş bir uykudan bütün küreye dağılıp ve kalıptan kalıba, renkten renge munkalip uzvi zerrelerini bir anda toplayarak uyanacak ölüler gibi, bütün benliğine, bilhassa aşkına sahip bir durumda gözlerini açtı, Seher’ini görmek istedi.

      Fakat onun saçları muattar bir örtü gibi gözlerini örtüyordu, onun dudakları tatlı bir kapak gibi ağzını kapıyordu, onun sıkleti kutsi bir yük gibi vücudunu hareketten alıkoyuyordu. Bu vaziyette yalnız dimağının yandığını, gözlerinin bahtiyar bir körlükle karardığını, kalbinin zelzeleye uğradığını ve iradesinin eridiğini sezdi.

      Yıkılıyordu. Lakin uçmak zevki alıyordu. Boğuluyordu. Lakin hayata yeniden doğduğunu sanıyordu. Bir küme saç hâlinde başını, alevli nefese çevirip ağzını, yumuşak bir perdeye dönüp bedenini saran sevgilisini muhtelif mahiyette sezip görmemekten garip bir haz alıyordu.

      Bu nefes alıp veren, bu öldürüp dirilten, bu yıkıp kaldıran, bu bayıltıp ayıltan ve bu elle tutulup dille tadılan rüya bazen biter gibi oluyor ve gene tazelenerek Hüseyin’i cinnet buhranlarına sürüklüyordu.

      Delikanlı gerçekten çıldıracak bir durumdaydı. Aşkın bütün hazlarını yudum yudum değil, avuç avuç içiyordu. Lakin bu bol kevseri ruhuna döken mukaddes pınarı göremiyordu ve onun sesini de duymuyordu. Yalnız muattar bir nefes ilkin ılık, sonra serin bir su oluyor ve dudaklarından geçerek damarlarına yayılıyordu.

      Hüseyin cana can katan; hayır, yudum yudum ruh olup benliğini kaplayan bu aşk şelalesinin kaynağına gözlerini secde ettirmek istiyordu ve buna imkân bulamayınca garip bir eza duyuyordu.

      Bununla beraber şikâyet etmiyordu, çünkü hissettiği eza ile haz, kıyas kabul edemeyecek bir nispetteydi. Üzüntüsü nihayet bir meraktı. Sevinci ise en yüksek bir bahtiyarlığın hasılası bulunuyordu.

      İşte bu vaziyette odanın iç tarafındaki kapı önünde yürüyen bir ışık belirdi ve Hüseyin’i muattar bir gaflet içinde tutan saç perde, müskir dudak, kutsi yük telaşla yerini bıraktı. Delikanlı şimdi yanı başında küçülüp büzülen Nilüfer’le çıplak ayaklarını halılara öptüre öptüre yanına yaklaşan Seher’i -uzanıp yattığı yerden- vuzuhla seyrediyordu.

      Evet, delikanlının yanında oturan Nilüfer’di ve onun maskesini bir mumun yardımıyla düşüren Seher’di. Fakat bu hakikati tenvir eden mum günahkâr bir sahnenin bütün tafsilatını da hem aktörlere hem Seher’e temaşa ettirmekten geri kalmıyordu.

      Üçü de şaşkın ve muzdaripti. Nilüfer, o günlerde Nakilci’nin papağan adı vererek candan ilgi gösterdiği Seher’in kendisini gamzedeceğini ve işkencelere uğratacağını kuruntulayarak -hicaptan ziyade- azap duyuyordu. Hüseyin, gökten düşer gibi gece yarısı yanı başında peyda oluveren Seher’in hakikatte canlı bir rüya olduğunu, lakin eşiğine yüz sürmek iştiyakıyla günlerden beri maceradan maceraya atıldığı kadının da aynı sakafın65 altında yaşadığını anlayarak derin bir hayret geçiriyordu. Seher, dizlerine kapanıp başına gelenleri anlatmak ve pala zoruyla kendisine irtikâp ettirilen günahlardan dolayı affedilmek için -ömrünü tehlikeye koyarak- yanına geldiği sevgilisini bir başkasına mal olmuş gördüğünden dolayı -şaşkınlıktan ızdıraba geçerek- sendeliyordu.

      Tesadüf, masum bir aşkı kolay kolay tamir olunmaz şekilde tahrip etmişti. Hüseyin ile Seher bu harap olan mabedin mahzun ve muzdarip temel taşlarıydı. Gerçekten taş imişler gibi de acıklı bir sükût içinde, hedef oldukları musibetin matemini yaşıyorlardı. Nilüfer’e karşı o sırada aynı duyguyu taşıyorlardı ve ondan iğreniyorlardı. Lakin haris kadının yıktığı mabedi yeniden kurmak kudretini nefislerinde göremedikleri için de öldürücü bir elem duyuyorlardı.

      Gözlerin karşılıklı incelemeleri, dudakların titrek sükûtu uzun bir zaman sürdü ve ilk kelimeli inilti Seher’in ağzında belirdi:

      “Nilüfer, nedir bu hâl?.. Misafirin yanında ne arıyorsun? Başından da korkmuyor musun?.. Ağa senin şu durumunu görse ne der, ne işler?..”

      Aşk hırsızı genç halayık, soğukkanlılığını elde ettiği için pervasız davrandı. Dağınık saçlarını düzeltti, göğsünün açıklıklarını kapadı, sert bir cevap verdi:

      “Esir pazarından geldimse yüreğimi de satmadım, sattırmadım ya. O, yerceğizinde duruyor, harıl harıl çarpıyor, sevilmese bile sevmek istiyor. Bu gece onun sesine kulak verdim, bu delikanlının sesiyle de sarhoşladım. Bir halttır işledim. Şahlanan yürek ne ağa tanır ne paşa. Onun için hiçbir şey umurumda değil.”

      Ve birden fırlayıp ayağa kalktı, diz kapaklarına kadar açık duran çıplak bacaklarına beyaz bir titreyiş çize çize tepindi:

      “Ya sen!” dedi. “Ya sen burada ne arıyorsun?.. Ben ağanın halayığı isem sen de odalığısın. Halayıkların yüreğine kimse karışmaz amma odalıklarınkine efendileri pekâlâ karışır. Çünkü siz yarım nikâhlı sayılırsınız. O hâlde beni değil, kendini düşün. Çalımı bırak da yalvaragör!”

      İki kadının bağırır görünüp de yavaş sesle yaptıkları bu sert muhavere, açık gözle rüya gördüğünü sanarak şaşkın ve bitkin yutkunup duran Hüseyin’e ummadığı hakikatleri öğretiyordu ve dimağına işlenen bilgiler, o dimağı kan içinde, yara içinde bırakıyordu.

      İdraki gerçekten sarsılmıştı. Üsküdar’da bıraktığı kadını Nakilbend’de bulmak, Kara Süleyman’ın nikâhlısı diye tanıdığı o mahluku Nakilci’nin kapatması olmuş görmek havsalasına sığmayan, sığamayan korkunç bir hakikatti. Nilüfer’in bu hakikati haykırmasına kızıyor, Seher’in bu hakikati tekzip için ortadan kaybolmamasına kızıyor ve Seher’i bir başkasına mal olmuş gördüğü hâlde, kendisinin erimeyişine kızıyordu.

      Bir aralık feveran etmek, vefasız ve günahkâr Seher’i hırpalamak istedi. Lakin Nilüfer’in yanında ve onunla birlikte yaşadığı aşk