M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

kaygısıyla ilk günahı işliyordu, hakikati saklıyordu. Fakat beceriksizliğini hissettirmekten de uzak kalamıyordu. Nakilci, saklanmak istenilen gönül sırrını sezememekle beraber, saklanamayan ızdırabı apaçık gördü ve yere göğe karşı himaye etmeyi kararlaştırdığı delikanlıyı sıkıntıdan kurtarmak istedi.

      “Üzülme babayiğit.” dedi. “Ortada suç yok. Yalnız bir tuhaflık var. Haydar Baba, nefesteki ‘Ali’nin ‘Seher’ oluşuna şaştı. Ben de o adı yadırgamadığım için belinledim. Şimdi anladık ki, bu ad değişikliğini yapan sen değilsin. Sıkılmayı bırak da tatlı tatlı öt!..”

      Onun terennümü, kahvedekilerin teheyyücü geç vakte kadar sürdü. Baklava safası yapan yeniçeriler de lokmalarının bir kısmını güzel sese ağızlarını açarak midelerine indirmişler ve hazım saatlerini eşik önünde üst üste kümelenerek geçirmişlerdi.

      Ancak ikindiden sonra Hüseyin’e susmak hakkı verildi, nişan getiren cemaat gene çalımlı bir alay hâlinde dağıldı. Babalar, onunla çok candan vedalaşmışlardı. Hele Haydar Baba, belki on kere “lahmike lahmi, cismike cismi – etin etimdir, cismin cismimdir” diyerek kendisiyle Hüseyin’in artık zarfla mazruf, sütle şeker, çiçekle koku gibi birleşik bir duruma girdiklerini anlatmaktan kendini alamamıştı.

      Babalara büyük bir saygı gösteren Nakilci, onların bu yılışıklıklarından sinirleniyordu ve sert bir hamle yapmamak için nefsini zorlayıp duruyordu. Haydar Baba’nın delikanlıyı bağrına bastırıp da birtakım tekerlemeler savurduğunu görünce gözlerini kan bürüdü, burun delikleri hızla açılıp kapanmaya başladı. Bu vaziyette onun ters bir iş yapması âdeta tabii görünüyordu. Fakat kahve sahibi Tornacı Ömer sezişli davrandı, yavaşça arkadaşına sokuldu, fısıldadı:

      “Aklını başına devşir. Gözün kızarıyor.”

      Bu öğüt onu soğukkanlılığa çevirdi ve hoyrat adam gülümseyerek Ömer’e cevap verdi:

      “Korkma, tel kırmam. Fakat herifleri yürütmezsen kendimi tutamamaktan korkarım.”

      Bu fiskos, sikkeye karşı silahın homurdanması demekti. Silah, kendi meramına ram olan taca veya sikkeye kavuk sallar. Yahut öyle görünür. O merama saygı gösterilmediğini sezer sezmez, kudretini hissettirmekten çekinmez. En koyu taassup günlerinde ve haçın taca hâkim göründüğü bir devirde İngiltere krallarından İkinci Hanri’nin iki kardinal, üç metropolit, on sekiz piskopos, altı yüz papaz asması, asabilmesi işte bu yüzdendir. Daha doğrusu göze görünen, elle tutulan ve varlığı üzerinde hiçbir suretle münakaşa edilemeyen kuvvetlerle şekli tespit, sesi tayin, ebadı tevsik edilmeyen kudretlerin -yeryüzünde- çarpışmalarından çıkacak netice daima birincinin lehindedir. Bunu bir zamanlar Bağdat’ta yaptıklarıyla Türk Vasif, Boğa, Tizun ispat ettikleri gibi, asırlarca imparatorlara pabuçlarını öptüren papalardan birini Roma’dan kaldırıp Fransa’da hapsetmek suretiyle Birinci Napolyon da velveleli surette vesikalandırmıştır.

      Sık dokuyup ince elemeye lüzum yok. Dünya var olalıdan beri hak kavinindir, kuvvet ise -şuura istinat eden- silahtadır. Bu hakikati hayata -yerde, gökte ve denizde- kabul ettiren tabiattır.

      Demek oluyor ki, Nakilci, için için homurdanmakla tabiatın sesini veriyordu. Fakat onu sikkeye karşı harekette pervasız yapan silah meş’ur52 bir kuvvet olduğu için sinirli kabadayının hiddeti şimdilik peçeli kaldı ve bu gizli homurdanışı Tornacı Ömer’den başka sezen olmadı.

      Babalar da umumi gaflette müşterek olduklarından deve kini güden cesur bir yürekte nasıl bir buhran uyandırdıklarını fark etmeden kahveyi terk etmişlerdi. Lakin ayaklarında geri geri giden adımlar görülüyordu ve başları sık sık kahveye dönüyordu. Zavallılar Hüseyin’i arıyorlardı ve aralarında gene onu konuşarak istemeye istemeye uzaklaşıyorlardı.

      Nakilci, belki nefsine kıyas ederek, belki tecrübelerinden ilham alarak, babalarının bu ruhani sendeleyişlerine de mim koydu, kuvvetli elini Tornacı’nın omzuna yerleştirerek mırıldandı:

      “Haydar Baba’ya artık göç borusu çaldırtmak gerek. Bugün çok ileri gitti, yolsuzluk etti.”

      Ömer, sesini nefes hâline koyarak sordu:

      “Ne yapmak istiyorsun?”

      “Padişaha onu kurban vereceğim.”

      “Ayıp olmaz mı?”

      “Bizden olduğu anlaşılmaz ki ayıp olsun.”

      Ve zeki bir tebessümle ilave etti:

      “Gülhaneli Hüseyin’i saraydan çıkartmakla hünkârı gücendirdik. Haydar Baba’yı kurban vermekle onu sevindirmiş oluruz. Teraziyi denk tutmak, işimizi tartılı yürütmek için de böyle yapmak münasiptir.”

      Tornacı Ömer, başlı başına bir beliye53 olmakla beraber, Nakilci’ye nispetle ikinci derecede sayılan zorbalardandı. Birçok işlerde ondan öğüt alırdı, onun emriyle hareket ederdi. Bu sebeple itiraz etmedi, münakaşaya girişmedi, kulağını ustanın ağzına vererek talimatını dinledi. Nakilci susunca ocaklıvari bir reverans yaptı:

      “Başüstüne yoldaşım. Şimdi giderim, dediğini yaparım.”

      Nakilci, Hüseyin’e göz koyan Haydar Baba’nın gözlerine toprak doldurmak çaresini bulmaktan doğma hazla sinirlerini yatıştırdığından gene eski durumuna büründü, Tornacı Ömer’e veda etti:

      “Neredeyse gün batacak. Artık ayrılalım. Canımız sağ kalırsa yarın görüşürüz.”

      Ve Gülhaneli Hüseyin’e de yeni hayatın ilk merhalesini gösterdi:

      “Haydi can, evimize gidelim.”

      Evimiz?.. Bu kelime Hüseyin’e ilkin manasız görünmüştü, yüzüne bir belinleme getirmişti. Üç beş saniye sonra o şaşkınlık geçti, idrakine açıklık geldi ve Enderun’daki koğuşla Nakilci’nin evi arasında talihinin bir mübadele yaptığını kavradı, zaruri bir tevekkülle mırıldandı:

      “Peki ağa, gidelim.”

      Saraydan onun omzuna yükletilen yatak henüz kahve kapısı dışında duruyordu. Hüseyin, saffetli bir ilgi ile eğildi, Enderun ağalığı günlerinden yadigâr kalan yükü sırtlamak istedi.

      Güvercin tarassut eden şahin gibi onu gözlerinin ışığı içinde tutan Nakilci bu hareketi görünce gülümsedi.

      “Ne o…” dedi. “Bu pılı pırtıyı bize mi götüreceksin?”

      “Evet ağa.”

      “Vazgeç çocuk, vazgeç. Bizim kulübede konuk açıkta kalmaz, içine uzanılacak döşek bulur. Kaldı ki sen konuk değilsin, evin çocuğusun. Bu paçavraları Ömer’in uşaklarına bırak.”

      Şimdi yan yana yürüyorlardı, Sultanahmet Camisi’ne doğru -Çemberlitaş karşısındaki sokaktan kıvrılarak- iniyorlardı. Arkalarında -derecelerine göre kademeli nizam alarak- bir kullukçu çavuşu, iki harbeci, iki keçeli yeniçeri, üç acemi oğlanı vardı. Bunlar, şöhretli zorbanın günlük mevkibini teşkil ediyorlardı ve onun, herhangi bir taarruza karşı korumak için, daima izinde koşarlardı.

      Hüseyin, ömründe ilk defa olarak böyle renkli bir cemiyetin arasına katılmış bulunuyordu. Onun için sık sık başını sağa, sola ve geriye çevirerek Nakilci’nin rikabında yürüyen ocaklıları gözden geçiriyordu. Delikanlının şaşkın bir meraka kapılmakta hakkı da yok değildi. Çünkü başında kahverengi astar,54 arkasında kırmızı salta ile siyah mintan, ayağında beyaz tozlukla kırmızı yemeni, belinde pirinç paftalı kemer bulunan karakullukçu çavuşu, o pirinç kemere