M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

saygı hissesi kuruntuladığından o çocukça gurur adım başına çoğalıyordu.

      Nakilci ardında yürüttüğü iri boy adamların hepsinden yüksek görünüyordu ve yaya bulunmasına rağmen alay atına binmiş bir hükümdar durumundaydı. Pek çalımlı yürüyordu, hiç konuşmuyordu. Yüzde birini bile tanımadığı adamların telaşla verdikleri selamların hepsini karşılıksız bırakan bu adamın o vecibeyi -dalgınlıkla yahut kayıtsızlıkla- yerine getirmeyen kimselere yan gözle bakışı bilhassa yamandı. O bakışı görenler, durumlarını muhafaza edemiyorlardı ve hemen telaşa düşüp kendisini -hatta uzaklaştıktan sonra- selamlamak ıstırarında kalıyorlardı.

      O, çatık bir kaşın yalın bir kılıçtan -yerine göre- daha müessir olacağını bilenlerdendi. Çünkü birinde maskeli bir kudret, öbüründe çıplak bir kuvvet belirir. İnsanlar ise kapalı kudretlerden daha çok ürkerler. Gene o, vakur bir sükûtun en beliğ konuşmalardan -yerine göre- manalı düşeceğini sınamışlardandı. İnsanlardan çoğunun o manaya değer verdiklerini biliyordu.

      Bununla beraber kalabalık yollardan uzaklaşılıp da Nakilbend semtinin ıssız sokaklarına varılınca çatık kaşlılığı ve sert somurtkanlığı bıraktı. Gülümseyen bir sesle konuşmaya başladı:

      “Oğul!” dedi. “Bizim ev burada. Kendim Nakilci olduğum için, Nakilbend’de oturmaktan haz alıyorum.”

      Ve uzun uzun anlattı:

      “Evim konak yavrusudur. On on beş odası vardır. Sıkıntı, üzüntü, ezinti büzüntü bu evin eşiğinden geçemez. Taşlıkta pabuçlarımızı bırakırken, onları da içimizden sıyırıp çıkarırız, kapı dışarı ederiz. Sonra bizim evde yobazlık da yoktur. Nasıl düşünüyorsak öyle konuşuruz. Özümüzle sözümüz birdir. İkiyüzlülük yapamayız. Ne kendimizi ne başkasını aldatmayız. Dem tutarız, saz çalarız, oynarız, oynatırız. Günahımızın hem tadına hem vebaline katlanırız. Sen de kendini buna göre hazırla. ‘Ham ervahlar’ gibi soğuk olma, alık olma, tutuk olma.”

      O sırada arkadaki acemi oğlanlardan biri yan yan geçti, açık adımla yürüdü, büyücek bir evin kapısı önünde durdu. Nakilci de Hüseyin’e o evi gösterdi.

      “İşte…” dedi. “Bizim tekke. Sen de artık postu oraya sereceksin!”

      Evin selamlık kısmına girmişler ve kölemsi bir durum taşıyan üç beş uşak tarafından karşılanmışlardı. Ocak bu evde saraylaşıyordu, ocaklı da enikonu hükümdarlaşıyordu. Orhanlar, Muratlar, Fatihler, Kanuni Süleymanlar devrinde sekiz on yara taşımak şartıyla ancak sekiz on akçe gündelik alabilen, kışla köşelerinde bir koyun postu kadar yer işgal eden eski ustalarla, İkinci Mahmut asrının bu zorba ustası arasındaki fark, o iki devri birbirinden ayıran büyüklükler ve küçüklükler kadar açıktı. Devlet küçüldükçe, ocağın nizamsızlığı genişlemiş ve büyümüş olduğundan işte, bir usta, şahinşah durumu alıyor ve nefsinde şahinşahlığa liyakat tevehhüm eden Osmanoğulları da ona boyun eğiyordu. Bu, alabildiğine miskinleşen istibdatla, alabildiğine küstahlaşan köle ruhunun yerlerini değiştirmelerinden başka bir şey değildir. Tarihi bütün incelikleriyle kavrayamayanlar, bu manzarada tırnağı dökülmüş, dişleri düşmüş bir aslanın tavşanlar tarafından ısırılışını görürler. Hâlbuki hakikat, bu zannın tamamıyla hilafınadır ve ocakla sarayın kudretlerini mübadele ederek birincisinin hâkimiyetten mahkûmiyete, ikincisinin de kölelikten efendiliğe geçmesinde yalnız kan bozukluğu amil olmuştur.

      Kan, hayatın ta kendisidir. İdrak, duygu, zevk ve hayat adı altında tecelli eden her şey ondadır. Fasit tesalüplerin kana verdiği şuriş55 idraki, duyguyu, zevki ve her şeyi teşviş eder.56 Saray böyle bir şurişin -tabir caizse- mahşeriydi. Yetmiş iki buçuk milletin kanı o mahşerde damardan damara geçiyordu ve bu vaziyet cehlin karanlığı içinde tekevvün ettiği için tereddi, tefessüh, taaffün57 en koyu bir renk alıyordu.

      Yeniçerilikteki kan bozukluğu ise maddi tesalüpler yüzünden değil, birbirleriyle telifi mümkün olmayan çeşit çeşit kanların bir mecrada akıp gitmeye başlamasından ileri geliyordu. İlk devirlerde ocak, genç damarların taşıdığı hayat cevherini bir renge boyayan makine rolünü oynuyordu. Kuvvetli bir terbiye ve bilhassa kuvvetli bir disiplin düşünceleri, duyguları, ülküleri birleştiriyordu. Sonra o terbiye ve o disiplin ortadan kalktı, yerine ayrı düşünceler, ayrı duygular, ayrı ülküler besleyen bir kan kalabalığı geldi. Bu vaziyette amir, menfaatti ve ocaklılar ancak menfaat kaygısıyla birbirlerine bağlanıyordu.

      İşte ocağı küstah, sarayı miskin ve korkak yapan hakiki sebep. Şu hâlde Nakilci’nin yeniçeriliği kazancına alet yapması, küçük mikyasta bir saray kurup orada şahane yaşaması tabii görülmelidir. Onun nefsinden başka mabudu, zevkinden başka mescudu yoktu. Yalnız şahsına saygı besliyordu. Bunda kendisini mazur da görmek icap eder. Çünkü nefsinden başkasına hürmet göstermek için sebep göremiyordu. Padişah, amcasının parçalanmış cesedine basarak tahta çıkmış ve biraz sonra o tahtın temelini kardeş kanıyla sağlamlaştırmak zorunda kalmıştı.58 Memleketin her yanı kan ve ateş içindeydi. Fakat padişah kendi âleminde har vurup harman savuruyordu, hemen her ay bir çocuk dünyaya getirterek sülalesini genişletiyordu. Onun ne harbe gittiği ne bir isyanı bastırmaya koştuğu vardı. Kullandığı vezirler, yüz verdiği hocalar da günlerini iyi geçirmekten başka bir şey düşünmüyorlardı.

      Padişah kellesi düşürmeye alışkın bir ocakta seçkinleşen, zekâsına ve palasına güvenen bir adam için böyle bir durumda saraya saygı gösterip eski devirlerin vazifeye âşık, mesleğine sadık ve ulufesine kani ustaları gibi yaşaması elbette akılsızlıktı.

      Nakilci ahmak olmadı, ahmak görünmedi, kuru hükümlere kulak asmadı, kuvvetini verimli biçime sokmaktan geri kalmadı.

      O, nasıl yaşadığını kısa bir lahza içinde Hüseyin’e de hissettirdi, delikanlıyı o devre göre en parlak şekilde süslenmiş, büyücek bir odaya soktuktan sonra hareme geçti, elbisesini değiştirerek sade bir entari ve kısa kollu bir haydari ile geri geldi, çarçabuk kurulmuş olan mükellef sofranın başına geçti.

      “Di gel can!” dedi. “Yanıma otur. Nakilci’nin ne çeşit eğlendiğini gör!”

      Çifte çifte uşaklar tepeden tırnağa göz ve kulak kesilerek onun vereceği işaretleri bekliyorlardı. Hovarda zorba kimini bir göz kırpışıyla, kimini bir parmak şıkırdatışıyla harekete geçirdi, üç beş dakika içinde karşısına bir saz takımı sıraladı, etrafına bir köçek heyeti topladı ve her şey hazırlandıktan sonra, ilk emri gene Hüseyin’e verdi:

      “Kızıl suyu kevser et can. Elin nur olsun.”

      Ömründe şarabın ne çeşit şey olduğunu sınamamış olan Hüseyin, bu emir üzerine kalktı, bir bardak doldurarak Nakilci’ye uzattı. O, kadehi ayağından tutan ve öyle sunan delikanlının işret işinde de pek toy olduğunu anlayarak gülümsüyordu. Koca bardağı iri pençesinin içine kapadıktan, bir elini yüreğine doğru koyarak boyun kırdıktan sonra duraladı:

      “Beraber içelim.” dedi. “Zevk bundadır.”

      Hüseyin, biraz kızardı ve kekeledi:

      “Ben bunun tadını bilmem. İznin olursa gene bilmeyeyim.”

      Nakilci tek bir kelime söyledi:

      “İç!”

      Fakat bu bir kelime değil, bir gülleydi. Dudaktan değil, top ağzından çıkmış gibi korkunç bir tınnetle saf delikanlının idraki ve iradesi üzerinde gürlemişti. Zavallı, beht