M. Turhan Tan

Devrilen Kazan -Bir Yeniçeri Ocağı Romanı-


Скачать книгу

korkunun iştirakini sezdiğinden alaya daha fazla ilgi gösterdi, bütün idrakini şahlandırarak kalabalıktaki sırrı keşfe savaştı. Önde, en önde iki sıra üzerine yürüyen yüz yeniçeri ona bir mana ifade etmedi. Lakin kollarında deveden file kadar birçok hayvan ve çadırdan gemiye kadar birçok eşya resmi işlenmiş olan bu adamların tepeden tırnağa silahlı bulunmaları, bakışlarında yürekler titreten bir heybet pırıldaması hoşuna gitti. Yeniçerilerin elbiseleri saraylılarınki kadar zengin ve rengin değildi. Fakat o üsküfler, o kalafatlar, o börkler, o sarıklı kavuklar, o renk renk kaftanlar, entariler, şalvarlar, saltalar, tozluklar, yemeniler bu gürbüz insanların sırtında tunçtan, çelikten dökülmüşler gibi bambaşka bir mana alıyordu.

      Yeniçerilerin arkasından gene ocaklı oldukları anlaşılan dev cüsseli iki adam göründü. Bunlar, iki elinin üstünde sekiz on renge boyanmış, bol yaldıza bulanmış bir tahta taşıyan başkarakullukçu kılıklı bir adama yol açıyorlardı. Tahtanın üzerinde keskin yaldızla işlenmiş bir merdiven resmi, onun alt yanında da 50 rakamı görülüyordu.

      Fakat garabet tahtada, resimde, rakamda olmayıp onu taşıyan başkarakullukçunun takındığı tavırdaydı. Herif mukaddes bir kitap veya aziz şahsiyetlere ait bir nesne götürüyormuş gibi bariz bir huşu içindeydi. Mukaddes bir emaneti gene mukaddes bir makama götürdüğünü hissettire ettire ve mabette yürüdüğü zehabını uyandıra uyandıra adım atıyordu.

      Başkarakullukçuyu üç Bektaşi dedesi takip ediyordu. Bunlardan birinin öbürlerinden mertebece üstünlüğü iki adım kadar ileri yürüyüşünden, berikilerin de biraz büzülerek ve küçülerek onun arkasında bulunmalarından anlaşılıyordu. Fakat dedelerin üçü de bir tipteydi. Başlarında iki köşeli birer taş, bellerinde birer kemer, ellerinde birer teber bulunuyordu.

      Babaların ardından bir düzine kadar genç geliyordu. Hepsi seçme güzel olan bu delikanlılar, kadınları imrendirecek derecede şık giyinmişlerdi. Başlarında, bellerinde çok kıymetli Kişmir şalları, sırtlarında kadife saltalar, keskin renkli ipek kumaştan kesilme yelekler ve entariler vardı. Kuşaklarının arasında kabzaları görünen hançerler elmaslıydı ve hepsi şuh bir salınışla yürüyorlardı.

      Daha geride gelenler kuru kalabalıktı. Nizamsız bir akışla delikanlıların izleri üzerinde dalgalanıyorlardı. Hüseyin’in dikkatini en çok çelen nokta: Alayın önünde, sağında, solunda ve ardında hiç kesilmeden, hiç kısılmadan muttarit bir sayhanın yükselmesiydi. Birçok ağızlardan çıkan, fakat tek bir ağızdan çıkıyor gibi görünerek alayın imtidadınca gürleyip duran bu sayhada hep aynı kelimeler beliriyordu:

      “Savulun, nişan geliyor!”

      Hüseyin, belki yirmi dakika kulağında uğultulu akisler yapan bu cümlenin neyi ifade ettiğini bir türlü kavrayamadı. Onun bildiğine göre nişan, evlenecek adamların gelin olacak kıza gönderdikleri eşyaya denirdi. Yeniçerilerin şu yürüyüş sahnesinde ise nişan denilebilecek bir şey görünmüyordu. Başkarakullukçu kılıklı adamın âdeta dini bir hürmetle taşıdığı boyalı, yaldızlı tahtanın da nişanla alakası yoktu.42

      Delikanlı, iliğine kadar yayılan merakı gidermek için konuşacak bir adam arıyordu. Fakat sokağı dolduran halk, ağızları mühürlenmiş gibi umumi bir sükût içindeydi, kimsenin kimseye tek bir kelime söylediği duyulmuyordu.

      Korkudan mı susuyorlardı, saygıdan mı?.. Kendisi de dilsiz duran Hüseyin bu ciheti henüz kestiremeden seyircilerin sükûtu bozuldu, uzaklaşan alayın ardından bir fısıltı, bir dedikodu başladı. Biraz önce söz perhizine girmiş gibi dudaklarını yumulu tutan halkın dili şimdi bir karış uzamıştı ve herkes konuşuyordu.

      Hüseyin bu durumdan istifade ile tatlı yüzlü bir adama sokuldu:

      “Ağa!” dedi. “Bu alay neyin nesi?”

      Bu suale muhatap olan kimsenin yüzünde bir hayret belirdi, gözlerinde bir tebessüm parladı ve dudaklarından alaylı bir cümle döküldü:

      “Sokağa yeni mi çıkıyorsun evlat?..”

      “Hayır. Her gün sokağa çıkarım.”

      “Öyleyse benimle eğlenmek istiyorsun?”

      “Neden?”

      “İstanbul’da yaşayıp, İstanbul’da dolaşıp yeniçerilerin nişan götürmelerinin ne demek olduğunu bilmemek olur mu?”

      “Bilmiyorum işte!..”

      “O hâlde gözünü kapayarak, kulağını tıkayarak geziyorsun. Bu gördüğün işe nişan alayı derler. Yeniçeri kabadayılarından biri kahve işletmek isterse oraya kendi ortasının nişanını böyle alayla getirip asar.”

      “Sonra ne olur ağa?”

      “Ne olacak oğul! O kahve de artık ‘melek girmez’lerden olur, içinde adam kesseler kimse dönüp bakmaz, bakamaz.”43

      Hüseyin, kendisini saraydan kovduran yeniçerilerin ne korkunç bir kuvvet olduğunu artık daha iyi anlıyordu. Bu anlayış onda garip bir merak uyandırdı. Şimdi ocağı ve ocaklıyı yakından tanımak istiyordu. Birden yüreğine düşen bu merakla muhatabına sordu:

      “Nişanı hangi kahveye götürüyorlar dersin?”

      “Bir aydır dedikodusu oluyor: Nefes tornacısı Ömer’in kahvesine!”

      “Kim bu Ömer?”

      “Meşhur Nakilci’nin kardeşliği!”

      “Nakilci de kim?”

      “Sen gerçekten körmüşsün, sağırmışsın evlat. İstanbul’da gezip de Nakilci’yi tanımamak olur mu?.. Şu yaslandığın taşa sorsan dile gelir, sana Nakilci’nin, Tornacı Ömer’in, Eğinli Karakulak Bekir’in kim olduklarını söyler!..”

      Ve Hüseyin’in kulağına eğilerek fısıldadı:

      “İyi saatte olsunlar neyse bu adamlar da odur, hatta daha uğursuzdur. Çünkü dinleri yoktur. Sırtlarını ocağa dayayıp eşkıyalığa çıkmışlardır. Kestikleri kestik, kırdıkları kırdık. Önlerinde vezirler boyun kırar, padişahlar susar. Sen de sık dokuyup ince eleme. Dilini kıs. Belki çarpılırsın.”

      Hüseyin merakına meclup ve mağlup olarak yalvardı:

      “Nerede bu Ömer’in kahvesi?”

      “Irgat pazarında. Eğer başına bir çorap ördürtmek istiyorsan durma, oraya git!”

      Yeniçeriler hakkında derin bir nefret taşıdığı şu sözlerden anlaşılan adamın ayrılmasıyla beraber Hüseyin yatağını sırtladı, Irgat pazarına doğru yollandı. Ocaklının kendisine kaybettirdiği saadeti gene onlara iade ettirmek emeline kapılmıştı. Ne pahasına olursa olsun, yeniçeri eşbehleriyle temasa geçmek, dert yanıp kendisini acındırmak ve bu suretle yeniden saraya girip ağa olmak azmindeydi. Çünkü Seher’e yaklaşmak, Seher’e görünmek, Seher’e nefsini beğendirmek için başka bir yol bulamıyordu.

      Kahvenin önü kalabalıktı. Tornacı Ömer -kendi şahsına müstesna bir saygı gösterilmiş yahut ocak tesanüdü bir kere daha tebarüz ettirilmiş olmak için- her orta namına bir neferin iştirakiyle ve bizzat Hacı Bektaş’mış gibi ocaklıyı nefesine bağlayan Haydar Baba’nın ve ünlü dedelerden Kıncı ile Hüseyin’in huzuruyla kurulan alayı -yanında Nakilci ve Karakulak Bekir olduğu hâlde- yüz adım ileride karşılamış, babalarla orta mümessillerinin ad sahibi olanları, alaya genç bir sima çizmiş olan delikanlıları içeri alarak geri kalanları sokak ortasında baklava sinileri etrafına oturtmuştu. Etraftaki hanların pencerelerinden, mescitlerin minarelerinden yüzlerce baş caddeye eğilerek, küme küme insan köşe başlarına sığınarak bir kahve