bu ikramın farkında bile olmuyordu, ağzına verilen zehri şuursuz bir durumda midesine geçiriyordu.
Bu sahne, nefesi okumaktan nefesi kesilen Hüseyin’in, yorgun ve bitkin, susmasına, başını bir yastığa dayayarak dalgınlaşmasına kadar devam etti. Sarhoş delikanlı vect içinde adını haykırdığı Seher’in şimdi hayalini yanına yatırmıştı, hasta bir sükût içinde ona yüreğini seyrettiriyordu.
Nakilci onun bitkinleştiğini görünce Nilüfer’i çağırdı, peltekleşen bir dille emir verdi:
“Ben de yıkılmak istiyorum. Lakin daha vakit var. Sen birbiri ardınca bana üç kadeh sun. Sonra git papağanı çağır.”
Nilüfer üç değil, beş kadeh sundu, korkunç ayyaşın tehlikesiz bir yığın hâline gelmesi için az bir şey kaldığını anlayarak sevindi ve neşeli neşeli sordu:
“Misafiriniz sızıyor. Papağan gelmeden onu örteyim mi?”
Nakilci uzun ve bulanık bir bakışla Hüseyin’i süzdü, homurdandı:
“Sonra örtersin. Yahut örtmezsin. Bu pek gerekli iş değil. Bana papağan lazım. Haydi koş, onu getir.”
Nilüfer çıkınca o, mezeleri dökerek, şişeleri devirerek tablaya yanaştı, üst üste birkaç kadeh daha yuvarladı, beyni ile midesi arasında başlayan meddücezrin sinirlerini uyuşturmasından kurtulmak ister gibi, gözlerini sık sık açıp kapadı ve arkasını duvara dayayarak perişan bir vaziyette beklemeye koyuldu.
Papağanı bekliyordu. Onun rengiyle, sesiyle Hüseyin’in rengini, sesini karşılaştırıp karıştırmak ve kendi yüreğinde bu ameliye ile çifte bir aşkın heyecanını duymak istiyordu. Ona bu dalaletli düşünceyi, dileği Hüseyin’in “Seher, Seher!” diye okuduğu nefes ilham etmişti. Şimdi bu iki genci bir arada bulundurarak yeni ve işitilmemiş bir hazzın sekrini tadacaktı.
Afyonlu bir seyyale hâlini alarak mideden beyine doğru -sinirleri büze büze- çıkan ve orada bir hercümerç yarattıktan sonra, aynı anarşiyi bu sefer midede doğurmak için gene geri inen alkol buharı yüzünden iler tutar yeri kalmamasına rağmen düşüncesinde sabitti. Durduğu yerde sallanarak, için için yıkılarak çağırttığı kadını bekliyordu.
Papağan, beş on dakika sonra geldi. Bu, mahzun yüzlü bir kumral güzeliydi. Sendeler gibi yürüyor, ağlar gibi gülümsüyordu. Kadife yelek, bürümcük gömlek, ipek şalvar giyinmişti. Yeleğin göğsü hayli açıktı ve bu açıklıkta mahpus bir nur küresinin hür kalmış bir dilim beyazlığı pırıldıyordu. Kadın, beline sardığı şalın yana bırakılmış püsküllü ucunu parmakları arasında kıvıra kıvıra içeri girmişti. Boyun kırarak dem tablasının önüne gelip durmuştu. Bakışlarında isyan yoktu. Yalnız elemli görünüyordu. Durumu, mazlum bir tevekkül hissettiriyordu ve bu tevekkülle o, kaplan yuvasına düşmüş ahuya benziyordu.
Nakilci, bütün kuvvetini toplayarak yarı doğruldu.
“Papağan!” dedi. “Ben bir bülbül buldum, getirdim. Otur da ötüşünü dinle.”
Kadın yan gözle sızgın Hüseyin’e baktı, tepeden tırnağa kadar titredi, kızarıp sarardı, kekeledi:
“Beni her erkeğe çıkarmak şanınıza düşer mi?.. Irzımı bıçağınızla delik deşik ettiniz. Ocağımı palanızla yıktınız. Erim varken, evim varken, beni kul cinsi kadınlara benzettiniz, dilediğinizi yaptırdınız. Bari orta malı yapmayınız. Beni çamurdan çamura atmayınız.”
Nakilci duman ve buhran içindeydi. Kadının konuştuğunu -müphem surette- görüyordu. Fakat ne dediğini anlamıyordu. Kafasındaki sabit fikir ise zelzeleli bir mıntıkada dimdik ayakta kalan tek bir ağaç gibi, dumura uğramış hüceyreler arasında şahlanıp duruyordu. Bu sebeple aynı sözü tekrarladı:
“Bülbül bu, bülbül!.. Onu mutlak dinleyeceksin!..”
Ve perişan iradesini bir kere daha zorlayarak doğruldu. Kusar gibi böğürdü:
“Hüseyin, bre Hüseyin, uyuma, gözünü aç! Benim papağanı gör!..”
Delikanlı ilkin tınmadı. Lakin fırsatı ganimet bilerek onun bir yanına elini değdirmek zevkini çalmaya koşan Nilüfer’in -çimdiklemekle gıdıklamak arasında mütereddit bir temas ile- yaptığı tazyik üzerine gözlerini açtı, kör bakışla etrafına bakındı ve papağanı görünce gülümseyip mırıldandı:
“Seher, güzel Seher, canım Seher!..”
Ve gözlerini kapadı. Kadını gene hayal, gene Kervan yıldızı ve sızarken koynuna yatırdığı cesetsiz timsal sanmıştı. Onun bizzat Seher olduğunu, hele o dardağan akıl ile anlamasına imkân yoktu. Ayık bile olsa böyle bir tecelliye, böyle bir tesadüfe belki ihtimal veremeyecekti, vehme kapıldığına zahip olacaktı. Onun için idrakini hakikate yaklaştıramadı, sarhoş bir zehapla mırıldanıp sızdı.
Fakat bu mırıldanış yanı başında duran Nilüfer’le Hüseyin’i göreliden beri korkudan dokuz doğuran Seher’i başka başka ızdıraplara düşürdü. Nilüfer, güzelliğinden birçok şeyler çalmak istediği delikanlının Seher’e yakınlık göstermesinden muzdarip olmuştu. Seher de onun kendisini tanımasından elem duyuyordu. Çünkü birkaç günden beri kötü kadın mevkisindeydi. Nakilci, hamam dönüşünde kendini omuzlatıp bu eve getirdikten sonra pala kuvvetiyle ve kamçı zoruyla ismetine tasarruf ettiğinden nefsini Hüseyin’e artık layık görmüyordu. Aynı zamanda delikanlının başına bir felaket gelmesinden korkuyordu ve aralarındaki masum münasebetin anlaşılmasını istemiyordu.
Münasebet, dedik. Fakat kelimeyi yerinde kullanmadığımızı biliyoruz. Bununla beraber Hüseyin, o sızgın hâlinde tecessüt etmiş bir hayal sanarak sarf ettiği üç aşk lügatiyle Seher’e alakasını açığa vurduğundan, Seher de define hadisesine takaddüm eden geceden beri onu sayıklayıp durdurduğundan bu iki genç arasındaki durumu “masum bir münasebet” diye tarif etmeyi yanlış da bulmuyoruz.
Sadede gelelim: Nilüfer muzdaripti. Fakat Hüseyin’le Seher’in birbirini tanıdıklarından Nakilci’nin bihaber olduğunu bilmediğinden bir mesele çıkarmaya kalkışmadı. Sarhoş adam ise delikanlının ne mırıldandığını duymadı. Yalnız onun yeni baştan sızdığını görerek kızdı:
“Nilüfer!” dedi. “Bu paçavrayı ört. Beni de papağanımın koluna takıp odama yolla. Burada kalırsam ters işler yapacağım, üç buçuk kadehe yenilen şu miskin oğlanı hırpalayacağım.”
Nilüfer, Hüseyin’in dudaklarından dökülen iki üç kelime ile yüreğine açılan kıskançlık yarasını gene o dudaklardan çalacağı merhemle kapamayı tasarlamıştı, yan gözle muzdarip Seher’i süze süze planını zihninde tasnif ediyordu. Nakilci’nin emrini duyar duymaz hemen harekete geçti, sarhoş herifi koltuklayıp kaldırdı ve müstehzi bir sesle Seher’e de vazifesini gösterdi:
“Bir koluna da sen gir. Ne buyurduklarını duymadın mı hanım?”
Üçünün de gözleri Hüseyin’in şaraba mağlup güzelliğine dikilmişti. Nakilci, öfkeyle; Seher, matemî bir tahassürle; Nilüfer, feveranlı bir ihtirasla, bu uyuyan bedii abideyi seyrediyorlardı. Fakat üçü de oradan uzaklaşmak için acele gösteriyordu. Çünkü Nakilci’nin ayakta duracak hâli yoktu. Seher, sevildiğini öğrenmekle mesut ve bu saadete layık olmadığını düşünerek de mahcup olduğu için, genç adamdan uzaklaşıp heyecanını dindirmek, vaziyetini soğukkanla tahlil edip kendine bir istikamet çizmek ihtiyacındaydı. Nilüfer, fırsatın çabuk kaçacağını düşünüyor ve böyle bir ziyana uğramamak istiyordu.
Aynı neticede birleşen bu muhtelif sebepler o üç kişiyi odadan uzaklaştırdı, Hüseyin uzandığı yerde yalnız kaldı.
Ne rüya görüyordu ne bir tahassüs belirtiyordu.