Ebubekir Hâzim Tepeyran

Zalimane Bir İdam Hükmü


Скачать книгу

duran Şube Müdürü de rutubetten şikâyete başlamıştı.

      Kule, sabık Dâhiliye Nazırı’nı (beni) suçüstü hâlinde tutulmuş bir cani gibi polislerle alıp götüren otokanonun patırtısıyla sessizliği bozulduğundan gücenmişçesine, kırmızı gözüyle bize değil uzaklara bakıyor, üstümüzdeki buharla dolu kirli sema donuk yıldızlarıyla; altımızdaki deniz küçük küçük, sessiz dalgalarıyla bize karşı ilgisiz görünüyorlardı.

      Otokano, Kule’yi geçtikten sonra da İstanbul cihetine dönmeyerek koyu karanlık içinde altından, üstünden, önünden, arkasından aydınlığa dönüşmüş kötü ruhlar gibi rengârenk ışıklar fışkıran İtilaf Devletleri zırhlılarına doğru gidiyordu.

      Bütün dünyayı letafetine hayran eden Boğaz, bilhassa son aylardan beri korkak bir sessizlik ile etrafından akan gözyaşlarından toplanmış gibi hazin, bedbaht İstanbul’un uzunluğuna bir matem alameti gibi simsiyah serilip yatıyor; şehrin sakinlerinden yalnız Türklerin sızlanmalarından da yasaklanmış lisanlarıyla kaynaşmış olarak sessizce duruyordu.

      Şu anda dünyada yalnız bir kayığa, bir ağa, bir oltaya malik yerli, yabancı, Hristiyan bir balıkçı da buradan geçse zulmet içinde yine bir başka türlü cazip, sihirli, güzel olan Boğaz’ı benim gördüğüm gibi hazin görmezdi.

      Asılları da, su içinde oynayan akisleri de seyre değer olan bu hoş ışıklar ona; bana göründükleri gibi görünmezlerdi.

      Ben böyle hüzün ve kederle düşünürken, otokano ara sıra, yer yer beyaz parçalarla sedeflenen bu karanlık ortamın düzenli çizgileri arasında helezoni hareketlerle oynayan muhtelif renkli ışık yansımaları uzanarak, kısalarak birbirinden ayrılıp yine birleşerek görünüp kayboldukları mıntıkaya yaklaşıyordu.

      Bizim memurlarımız beni İngiliz zırhlılarına götürecekler zannederek Müdür’e:

      “İstanbul’a gitmeyecek miyiz?” dedim.

      “Gideceğiz, fakat akıntıdan kaçıyoruz.” cevabını verdi.

      Bu suretle bir buçuk saatten ziyade biri hoş, diğeri kesif iki sudan birinin üstünde, ötekinin içinde kaldıktan sonra, Sirkeci İskelesi’ne çıktık ve Aydın dağlarında aranırken İstanbul’da tutulmuş bir Çakırcalı gibi, birçok polisler arasında Polis Müdüriyeti Umumiyesi’ne (Şahinpaşa Oteli) götürüldüm.

      Dokuz seneden beri tanıdığım emekli Miralay Emin Bey’i, Polis Umum Müdürü Tahsin Bey’in yanında buldum. Bu zatın Merkez Kumandanı yahut İstanbul Muhafızı olduğunu bilmiyordum.

      Hicaz Valiliğine tayin edildiğim sırada bu Emin Bey, kendisinin Cidde Mutasarrıflığına tayinini istemek için Erenköy’deki evime geldiği ve bir müddet sonra Taif’te iken Hüseyin Hilmi Paşa’dan bir tavsiye mektubu da getirdiği hâlde, arzu ettiği mutasarrıflığa tayinine yardımcı olamamıştım.

      Emin Bey gittikten sonra Tahsin Bey beni Manastır Valiliğinde bulunduğum zamanlardan beri tanıdığını ve hakkımda hürmet ve muhabbetle duygulandığını söyledi ve memlekette şiddetle hüküm süren ahlak çöküntüsünden uzunca konuştu ve şikâyetler etti.

      Adı geçen bu odaya bitişik diğer bir odanın kapısını açtı:

      “Burası benim yatak odamdır. Zatıalinize terk ediyorum. Burada yatarsınız, yatak takımları temizdir, merak etmeyiniz.” dedi ve gitti.

      Hicaz’da bulunduğum esnada Mekke’de ve Taif’te subaylardan beni en çok ziyaret eden bu Emin Bey olduğu ve Polis Müdürü de hürmet ve muhabbetini gösterdiği için geçen sene, Bursa’dan Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Dâhiliye Nazırı Cemal Bey’e yazdığım telgraftan dolayı aleyhimde şiddetli takibat icra edildiği esnada, kendileriyle hiç tanışmadığımız Polis Umum Müdürü Halil ve İstanbul Muhafızı Vekili Kaymakam Fehmi Beyler ve daha sonra Nâzım Paşa Divanıharbi’nin tahkik heyetini teşkil eden asker ve sivil üyelerden gördüğüm pek insani muameleyi, bunlardan da göreceğimi ümit eder gibi oldum.

      Böyle mahkûm bir cani gibi getirilişimin sebebini Tahsin Bey’den sormuştum. Yıldız meselesi için divanıharpten davet edildiğimi söylemişti. Bu meseleden dolayı takip edildiğimin söylenmesi pek yakın bir selamet müjdesi idi.

25 Mayıs 1920

      Sabah saat beşte uyandım. Dünkü macerayı düşündüm ve hiddetten çok hayrette kaldım.

      Yıldız meselesi, hükûmet tarafından II. Abdülhamid’in mallarına resmen el konulmaktan ibaret bir muamele iken, bundan dolayı on iki sene sonra beni tevkif etmek, hakikaten bir zulüm garibesidir; fakat kimden kime şikâyet etmeli?

      Hükûmet reisinin, hatta padişahın kanaati sorulmaksızın ve izni alınmaksızın eski Dâhiliye Nazırı’nın tevkif edilemeyeceği açıktır.

      Sonucu sabırla beklemekten başka benim için şimdilik yapacak bir şey yoktu. Yataktan kalkarak giyindim; koridora açılan kapıyı açtım.

      İçinden çıkacak kuşu tutmak için yuva deliği önünde bekleyen kediler gibi iki polis memurunun kapı önünde oturduklarını görerek tuvaletin yerini sordum.

      Saat dokuz buçuğa kadar Polis Müdürü’nün odasında bütün sabah gazetelerini gözden geçirdim, tevkifime dair bunlarda bir şey yoktu. Bir saat sonra İstanbul Muhafızı ve Polis Müdürü geldiler.

      Emin Bey divanıharbe gideceğimi, fakat öğleden sonra ikiye doğru toplandıkları için o zamana kadar burada kalmaktansa İstanbul Muhafızlığı Dairesinde bulunmanın daha uygun olacağını söyledi sonra telefonla muavinine şu emri verdi:

      “Hâzim Beyefendi oraya gelecek, benim odayı açtırarak kendisini orada hürmetle kabul ediniz.”

      Muhafızlık makamı, Harbiye Nezareti ( Bugünkü İstanbul Üniversitesi) kapısının sol tarafındaki köşkte bulunduğundan bir muhafızla oraya gönderildim.

      Emin Bey’in odasında saat üçe kadar bekledikten sonra adı geçen Nezaret binasının arkasında bulunan 1 numaralı divanıharbe götürüldüm. Bu divanıharp “Nemrut Mustafa Divanıharbi” adı ile anılıyordu. Harbiye Nezareti daireleriyle bütün diğer bölmeleri İngilizler tarafından işgal edilmiş olduklarından divanıharbin kapısında da silahlı bir İngiliz askeri nöbet bekliyordu.

      Osmanlı Divanıharbi’nin kapısında ecnebi askerinin nöbet beklemesi gariptir. Fakat bunu işgal kuvvetlerinin, Divanıharp Reisi’nin ricası üzerine koydukları o zaman rivayet edilmişti. Çünkü o binada divanıharpten başka ve ecnebilere ait bir şey yoktu.

      Türk düşmanlığıyla tanınmış olan, hatta bu düşmanlığın açık bir şekil almasından dolayı Bursa’dan sürülen Mustafa Paşa’nın, kapısında silahlı bir ecnebi askeri bulunan binada karakuşvari bir mahkemeye başkanlık etmeyi daha şerefli ve orada kendisini her türlü saldırıdan daha çok korunacağı düşüncesinde şüphe yoktur.

      Örfi Divanıharpleri teşkil eden geçici kanun İstanbul’un o pek kötü günlerdeki hâlini tamamıyla izaha kâfi, resmî ve tarihî bir vesika olduğundan bazı maddelerini okuyucularımın lütfen okumalarını rica ederek buraya naklediyorum:

      “Madde 3 – Divanıharbi Örfiler göçe zorlama, cinayet, vurgunculuk, isyan, alenen gasp ve yağma, şehirleri tahrip cürümlerini irtikâp etmiş ve Devlet-i Osmaniye’nin emniyeti iç ve dış güvenliğini ihlal eylemiş bulunan bütün suç sahiplerini muhakeme eyleyerek kabil-i temyiz olmamak üzere itayı hükmeder.

      Madde 4 – Divanıharplerin muhakemeleri aleni olmayacağı gibi muhakeme esnasında vekil ve avukat da bulundurulmaz.

      Madde 5 – Divanıharbi Örfiler, idam cezasına ittifak ve oyların üçte iki çoğunluğu