Ebubekir Hâzim Tepeyran

Zalimane Bir İdam Hükmü


Скачать книгу

arkadaşlığımızdan memnun oldum. Rıza Paşa’ya da bir yol karyolası tedarik ederek karşı karşıya yattık; fakat uyuyamıyorduk. Gece yarısından sonra her ikimizde polis nezaretinde umumi hapishaneye bitişik kadınlar tevkifhanesine götürüldük. Bu binayı üç ay evvel görmüş, o zaman içinde bulunan 40 kadın için binayı yeterli bulmamıştım. Şimdi ise 250’den ziyade erkek tutuklularla doldurulmuştu. Rıza Paşa ile bana küçük bir oda tahsis edilmesinin teşekkürü gerektiren bir lütuf olduğunu sonra anladık. O gece hiç uyanmayarak uyudum; gözlerimi açtığım zaman sabah olmuş, güneş hayli yükselmişti. Derhâl kalkarak giyindim. Nasılsa içine düştüğü uçurumun derinliğini, sarplık derecesini anlamaya çalışan bedbaht bir yolcu ümitsizliğiyle, odanın kirli duvarlarına ve hatta aralıkları sayısız tahtakurusuyla dolu tavanına; pencereden kaderin yerden, gökten, bize nezaret hakkı verdiği sahaya göz gezdirdim. Tevkifhanenin önündeki on, on beş metrelik avluyu sınırlayan, alacalı manzaralı eski duvar; bu tarafta hayvani, nebati her ne varsa, havada ışıktan mahrum etmek başarısından memnun gibi kırık taşları, kireçleri dökülmüş delikleriyle sırıtarak gururla yükseliyordu. Avlunun sağ tarafındaki oldukça yaşlı bir akasya, her engele rağmen yaşayan ve büyüyen hürriyet fikri gibi, hayli uzun yılların sabır ve sebatıyla dallarını yükselterek havadan, ışıktan tabi hakkını alıyordu. Sultanahmet Cami’nin kubbelerinden bazılarının üst kısımları ve altı zarif minareden yalnız dördü, berrak, mavi bir semaya yükseliyorlardı.

      Bu muhteşem caminin yanında nasıl olup da vücuda gelmek küstahlığında bulunduğundan dolayı II. Wilhelm Çeşmesi, utanmak ağırlığı altında ezile ezile alçalıyor, küçülüyor gibi yalnız sivri tepesini gösteriyordu. Tesis edildiği tarihten beri her ne maksada tahsis olunmuşsa, hiçbirinde muvaffak olamayan Adliye Dairesi, her hafta bu caminin minberinden yükselen “İnnallahe ye’mürü bi’l-adli ve’l-ihsan.” hitabına karşı yalnız kapısı üzerinde: “En tahkümü…” ayetini ve salonlarına, koridorlarına “El adlü esasülınülk.” ibaresini havi levhalarını asmanın pek sefil bir aldatma olduğunun farkına varmış gibi, caminin karşısında bir suçlu korkusu ile sararıyor, bu caminin mamur teferruatıyla Sultanahmet Türbesi’ni ve kısmen Ayasofya hamamlarının küçük, büyük kubbeleri ve medresenin birçok bacaları arasında iki ahşap ve harap evin kararmış kiremitlerle örtülü çatıları, kahreden hakikatler arasına karışan hayâsız yalanlara benziyor; çaldıkları eşya üzerine oturarak bir türlü kalkmak istemeyen çingene kadınlar gibi gasp olunmuş arsalar üzerinde titriyorlardı. Adliye Dairesinin batı yönünde, taze kiremitli çatısının bir ucu görünen yeni tevkifhane, şu anda içinde bulunduğumuz iğrenç hapishane sakinlerine vaat edilmiş bir yer cenneti gibi duruyordu. Kubbelerle ağaçlar arasından Büyükada’nın bir kısmı eflatuni ve şeffaf bir buhar tülü altında beliriyor, morlaşmış uzak dağ silsileleri önünde serilip yatan Göztepe ve civarı ile Fenerbahçe’nin bir kısmı, kenarındaki kule ile beraber tek boynuzunu muhafaza eden bir gergedan derisini andırıyordu. Uzak dalgaları fark edilemeyen Marmara’nın bazı yerleri, mezkûr binalar ve ağaçlar arasından yere düşmüş birer gök parçası gibi durgun görünüyorlardı.

      Tevkifhanede art arda tanıştığımız tutuklular şunlardı:

      Sabık Amasya Mutasarrıfı İsmail Hakkı, Aziz Samih, Eskişehir Mebusu Hacı Veli, Sabık Urfa Mutasarrıfı Nusret, Binbaşı Reşit, Adil, Cemal, İttihat ve Terakki kâtibi mesullerinden Gani Bey ve efendilerdi. Bulunduğumuz üst katta iki koğuşla küçük odada 90 tutuklu vardı; aşağıdaki iki koğuşla taşlıkta ise vapur kamaralarına benzer ikişer katlı yataklarda sardalya istifi gibi yatıyorlardı. Burada ilk muhatap olduğum söz, Hacı Veli’yi ziyaret için gelmiş olan Bursa tüccarlarından Kocabıçak’ın şu sözü oldu:

      “Sıkılma Beyefendi, burası Hazreti Yusuf makamıdır.”

      Kimin makamı olursa olsun iğrenç kokusu tahammül edilemez bir derecede idi. Bir kaç defa müfettişler, hekimler hatta İstanbul Valisi de gelip gittiği hâlde abdestlik ve bölmelerinin eksiklerini tamamlama ve avluda kim bilir ne zaman açılmış olan lağım deliğinin kapatılması imkânı bulunamamıştı.

      Sayısız sabıkalı yankesicilerden, katillere kadar her türlü suç failleri ile dolan avluya inerek biraz nefes alma ihtiyacı bizi de bu sürüye karışmaya mecbur ediyordu. Fakat birkaç gün sonra alt kat koğuşlarında bir hastalık zuhur ettiğinden ve bulaşarak çoğaldığından avlu gezintilerinden vazgeçmeye mecbur olduk.

***

      Yalnız Yıldız meselesine dair sorgulandığım gibi Divanıharp Reisi, bir gazeteye Yıldız Yağması’ndan dolayı tevkif edildiğim hakkında beyanatta bulunduğu hâlde, yukarılarda bahsedildiği üzere 20 Mayıs tarihli dilekçeme Divan’dan yazılan derkenarda tevkifim Kuvayımilliye harekâtında işe karışmış olmak zanlılığından ileri geldiği söylenmişken divanıharbin buna dair bir şey sormaması ve inadına “Esbak Dâhiliye Nazırı” denilmesi tuhaf bir maskaralıktır.

      Tevkifhaneden bir hafta sonra evime, memurlar gönderilerek araştırma yapıldığını ve bütün kâğıt ve dosyalarımın divanıharbe nakledildiğini haber aldım. Üç gün sonra süngülü askerlerle bir subayın muhafazası altında divanıharbe celp olunarak, reisin yaverine mahsus odaya konuldum. Biraz sonra “Efe” lakabıyla bilinen bir divanıharp yardımcı üyelerinden Miralay Kâzım Bey geldi. Bu zat bana şefkatli nazarlarla bakıyor ve durumdan üzülmememi tavsiye ediyordu.

      Her tarafından delik deşik olmuş, boğazına uzun bir demir çivi geçirildikten sonra iple boğulmuş, içindeki ne olduğu bilinmez, feci bir şekil almış büyük bir çuval iki asker tarafından getirilip ortaya konuldu. İlk sorgulanmamdaki sualleri yazan kâtip geldi: “Bunlar devlethanelerinden getirilen evraktır ve çuvalın ağzı mühürlüdür. Huzurunuzda açılıp muayene edilecektir.” dedi. Mühüre baktım. Oğlum Celal’in mührü fakat “Görüyor musunuz ya?” dedim. “Sicim birçok yerinden koparılıp tekrar bağlanmıştır. Açılmadan evvel bunun için bir zabıt tutulması gerekir.”

      Kâzım Bey:

      “Muayeneden sonra lüzum görürseniz yazalım.” dedi.

      O esnada sözü geçen üye yardımcısı Deli Niyazi geldi. Çuvalın yanındaki kanepeye oturdu ve gözlerinin kapaklarını büzerek içinde mutlaka bir suç delili bulunduğuna inanmış bir tavır ile içindekileri daha meydana çıkarmadan okumak istiyor gibi, çuvalı baştan aşağı süzdü.

      Zavallı çuval bu casus bakışlardan sanki boğazına geçirilmiş olan çivi kadar ızdırap hissi ile lakabından anlam verdiği alicenaplıktan dolayı Efe Kâzım Bey’den yardım ister gibi boğulmuş boynunu o tarafa büküyordu. Nihayet bağlar çözüldü, çivi çıkarıldı; âdeta saman gibi tıka basa doldurulmuş olan ve aralarında birçok namus ve mühim hizmet vesikaları bulunan bu kâğıtlar çok kere hissiz ayaklara dökülüp heder olan yüz suları gibi kirli döşeme tahtaları üstüne döküldü.

      Eski zamanlardan beri kullanılan “evrak-ı perişan” tabirine bundan daha uygun, bundan daha acıklı bir kâğıt perişanlığı tasvir edilemezdi.

      Canımı ayaklar altına alarak yerine getirdiğim hizmetlere mükâfat olarak aldığım değerli taşlarla işlenmiş nişanların beratları, Niyazi’nin ayakları yanında sürünüyordu.

      Bağdat’ta, Beyrut’ta, Musul’da, Hicaz’da, Arap şairlerinin hakkımda yazdıkları birçok kasidelerin en seçkini olmak üzere meşhur şair Mârufî Resafi’nin “Ya Hâzim-i Bağdat” diye başlayan kasidesi Efe Kâzım’ın önüne, merhum babamın mektuplarından birisi de benim önüme tesadüf etmişti.

      Mârufi Resafi’nin bu kasidesi yaz aylarında Fırat vadisinde hararet santigrat 46’ya çıktığı ve üç ay sonra sıfırın altında ikiye, üçe indiği zamanlarda çadır altında ve Bağdat valilerinden hiçbirinin uşağı