Ebubekir Hâzim Tepeyran

Zalimane Bir İdam Hükmü


Скачать книгу

mera yaparak pislettirmesi;

      4- Caminin avlusu, duvarındaki pencerelerden bazılarının taşla kapatılmış olması;

      5- Caminin, kim bilir ne zaman kırılmış camlarının tamir ettirilmeyerek sayısız güvercinlerin oralardan girip çıkarak caminin içerisini kirletmeleri;

      6- Kütüphane ile cami avlusu ve türbe arasına sokulan mahut köhne evin çürüyüp dökülmeye başlamış bir tırtıl ölüsü gibi morarmış tahtaları, kararmış kiremitleri ile uzanıp durması gibi çirkin ihmaller, memleketimizde tecavüze mani bir kuvvet; maddi, manevi taarruzdan masun bir şey bulunmadığını pek açık gösteriyordu.

      Bilmem, nereden, ne zaman gelip caminin ötesine berisine doldurulan esir askerlerimizin, avluda muhtelif rüzgâr cereyanlarına maruz paçavra yığınları gibi dağılıp toplanmaları pek acıklı idi.

      Tevkifimden yedi sene önce “Memur” başlığı ile Fransızca yazdığım uzun bir manzumede, “İş başında bulundukça dikkatle takip ve her hâl ve hareketi gözlenen bir memur, azledildikten veya emeklilikten sonra Türkiye’de basılmak bahtsızlığına uğramış bir kitap gibi ihmal olunur.” demiştim. “Harpten avdet eden bir asker gibi ihmal olunur.” demiş olsam daha muvafık olurmuş. Cümlemizin kayıtsızca ihmalimize göre mesela: Son bir iki seneye kadar adı bile işitilmeyen bir Damat Ferit Paşa çıkarak ve bütün hukuk ve insanlık kaidelerini altüst ederek, “Divanıharp” namıyla bir haydut çetesi teşkil etmesine ve kendisine, diğer bir kimseye güya suikast tasavvurunda bulundukları isnadıyla masum insanlar astırmasına12 bir kimsenin bir şey demediği gibi, günün birinde başka bir paşa türeyip te bu muhteşem mabedi yıktırmaya kalkışsa memleketten bir fert meydana çıkarak: “Ne yapıyorsunuz?” demeye cesaret edemeyecek demek olur. Yazık! Yazık!

***

      Haziran’ın 29’uncu günü divanıharbe götürüleceğim tebliğ olundu. Bu haberi getiren hapishane memuruna: “Görmüyor musunuz? Hasta ve yataktayım. Gelemeyeceğimi icap edenlere söylesinler.” dedim ve kendi kendime: “Hastaneye nakledildiğimi hatırlamadılar, daima benimle meşgul değildirler ya.” diye mırıldandım. Ertesi gün bütün vücuduma ilaçlar sürülerek yatarken hizmetçilerden biri:

      “Bir zabitle askerler geldi, sizi divanıharbe götürmek istiyorlar.” dedi. Gidebilecek hâlde bulunmadığımı söylettirdim. Zabit beni zorla da olsa götürmeye memur olduğunu söylediği hâlde: “Ben gidemem, isterse gelsin sürükleyerek götürsün.” dediğim için avdet etmişti. Bir saat kadar sonra, hastalığın acilen tedaviye muhtaç olduğunu evvelce raporla tasdik eden askerî doktorla birlikte gönderilen Şükrü Mehmet ismindeki bir doktor nazikâne bir tavır ve lisanla:

      “Beyciğim!” dedi. “Ben Divanıharp Reisi tarafından zor denilebilecek bir surette gönderildim, bu türlü rahatsızlıklar benim ihtisasım dâhilinde bile değildirler. Hâlinize bakılırsa hastasınız.”

      Askeri tabip ise hastalığımı zaten biliyordu. Gittiler, fakat az sonra zabit gelerek:

      “Araba getirdik. Hastalığa, falana bakmayarak mutlaka divanıharbe götürmeye memurum. Hemen aşağıya insin. Aksi hâlde biz indireceğiz…” demiş olduğunu hapishane müdür muavini pek üzülerek söyledi.

      Böyle fevkalade acele ile çağrılmamın sebebini anlamak için divanıharbe bir an evvel gitmek gayretine düştüm ve yataktan kalkarak güçlükle giyinip aşağıya indim.

      Evvelki gidiş gelişlerde olduğu gibi bir zabit ve tüfeklerinin süngüleri takılmış neferlerle divanıharbe gittim.

      Bu şiddetli aceleye göre ya Veliaht Mecit Efendi’yi Anadolu’ya kaçırmaya teşebbüsüm yahut akrabamdan muhacir müdürü Maruf Bey’i Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Ankara’ya gönderdiğim haber alındığını zannederek, hayli korkmuştum13.

      İKİNCİ MUHAKEME

30 Haziran 1335

      Divanıharpte gösterilen iskemleye oturur oturmaz: “Gelemeyecek bir hâlde bulunduğum hekim raporlarıyla da tasdik edildiği hâlde zorla getirildim. Rahatsızlığımın derecesi hâlimden ve simamdan da anlaşılır.” dedim.

      Reis, bu sözlerimi hiç işitmemiş gibi bulunarak suallere başladı:

      Soru: “Miralay Cevat Bey Yıldız Komisyonunda ne sıfatla bulunuyordu?”

      Cevap: “Vaz-ı Yed Komisyonuna Harbiye Nezaretinden memur edilen zabitlerden biri idi.”

      Soru: “Yıldız’daki kasalar kime açtırıldı? Yani kırdırıldı ve içlerinden ne çıktı?”

      Cevap: “Askerî görevlilerden Yusuf Efendi namında bir yüzbaşı ile adını bilmediğim Hristiyan bir çilingire açtırıldı. Bunlar açılırken bütün heyetle ben de hazır bulundum. İçlerinden bazı defter ve evraktan başka bir şey çıkmadı.”

      Soru: “Mücevherat ve nakit para kime teslim edildi.”

      Cevap: “Evvelce tafsilatıyla söylediğim gibi Komisyon heyetçe askerî subaylar ve Mahmut Şevket Paşa’nın karşılarında ve bütün hazır bulunanlar tarafından imzalı makbuz zabıtnamesi mukabilinde ve konuldukları sandık ve çantalar mühürlü oldukları hâlde Harbiye Nezareti veznedarına teslim edildi.”

      Soru: “Yıldız Komisyonunda bulunan Ali Cenani, Halep Mebusu Ali Cenani midir?”

      Cevap: “Evet.”

      Soru: “Sultan Abdülhamid Selanik’e gönderilirken Sirkeci Tren İstasyonu’nda bir çanta meselesi var. Bundan malumatınız var mı?”

      Cevap: “Komisyon, Abdülhamid Selanik’e gönderildikten bir gün sonra teşkil edilmiştir. Daha evvel teşekkül etmiş olsa bile vazifesini, Yıldız Sarayı’nda ifa eden komisyonun, gece Sirkeci Garı’nda cereyan eden hadiseden tabii haberi olmaz.”

      Soru: “Şehzade Abid Efendi hazretlerine ait bir çantayı niçin aldınız?”

      Cevap: “Bu çantanın, Selanik’e gitmek üzere geç vakit saraydan çıkarılmakta olan bir cariyenin yatağı arasında gizlice görülmekte olduğu anlaşılmış ve evvelce haber verilmeyip de görülünce Abid Efendi’ye ait olduğunun söylenmesi, Komisyonca şüpheyi mucip olmuştur.

      Diğer şehzadelerin dairelerinden Komisyonca hiçbir şey alınmamakla beraber, kendileri orada hazır bulunduklarından dolayı bir şey kaybolmak ihtimalini izale için bu dairelerin kapıları mühürlenmiş ve bu muamele Selim ve Burhaneddin Efendiler tarafından takdir olunarak Komisyona memnuniyetleri tebliğ olunmuştur. Abid Efendi’ye ait olduğu söylenen çanta, sonra iyice tetkik edilmek üzere komisyon heyeti tarafından imzalı bir makbuz mukabilinde alınmış ve diğer çanta ve sandıklarla beraber mühürlü olarak Harbiye mahzenine teslim olunmuştur. Bu keyfiyet makbuz zabıtnamesinde açıklanmıştır.”

      Soru: “Bu çantada bulunan para ve şirket senetlerini niçin sayıp tespit etmediniz?”

      Cevap: “Saymaya ve tespite vakit müsait değildi. Yalnız bu çanta değil diğer çanta, valiz ve sandıkların muhteviyatını da orada saymaya ve tespite imkân bulunmamıştır.

      Bununla birlikte bunlar, sayılıp yazılmamakla beraber denize dökülmeyip, devletin en ziyade emin ve yalnız böyle, ne olsa kıymetleri belirli nakit para ve mücevherat değil hayati, mali, ırz ve namusu ile beraber bütün millet ve memleketi muhafaza etmek vazifesiyle mükellef bir nezaretin veznesine makbuz tutanakları mukabilinde ve mülki, askerî bir heyet karşısında mühürlü olarak teslim edilmiştir.”

      Soru: “Her gün büyük bir çanta sizinle beraber Saray’a gider, gelirmiş diyorlar.”

      Cevap: “Komisyon